21 Aralık 2011 Çarşamba

4- Öğretmenimin Yardımı ve Babamın “Herifliği”

Öğretmenimin Yardımı ve Babamın “Herifliği”

“Herif” diye evliliğin eril tarafına, yani “koca’ya” denilse de bizim köyde bu kelimenin anlamı daha bir katmerliydi. Hatta, çevrede biraz da espriyle karışık, kurulmuş “Herif Partisi” bile vardı. Kendisini partiye başkan görenler, öyle herkesi bu partiye üye almazlardı. Özellikle hanımı, çocukları ve çevresindekilere karşı sert ve fena davrananlara; “Hadi oğlum, hadi…! Sen bize yaramazsın! Doğruca eşek partisine…” derlerdi. “Herif” kişi diye yukarıda verdiğim anlamı içine almakla birlikte, gerektiği zaman, gerekli ağırlığı ortaya koyabilen, bu yönde yumruğunu vurup kararlı duruş sergileyen  kimselere denirdi. Ortaya koyduğu eyleme de “Heriflik” denmekteydi doğal olarak.
Neyse:
O eğitim öğretim yılının sanırım acı bahar günleriydi. Demek, Devlet Parasız Yatılı Okullarına müracaatın günleri ve gerekli evraklar köyümüz okuluna gelmiş olmalıydı ki Suat YENİTÜRK Öğretmenimiz, “Yatılı okul sınavına kimlerin başvuracağını” sordu bize. Sınava girmesi beklenen iki çocuk parmak kaldırdı. Ben ise kaldırmadım. Oysa sınavı kazanma olasılığı en güçlü olanlardan birisi bendim, üstelik bunca geçen yılın arkasından.
Öğretmenimiz duruma şaşırdı ve bana dönerek:
“Niçin Parmak kaldırmadığımı!” sordu.
Gerçi o bilirdi ama yine de ben bilemediklerini anlattım!
Ve “Beni sınava yollamazlar!” dedim.
Malûm; hem zaten yaşımız itibariyle sınava başvuru evraklarımızı velilerimizin imzalaması gerekiyordu. Benim velim de doğal olarak babamdı.
“Nasıl olur? Kim?” diye sorunca da:
“Analığım var; O buna mani olur!” dedim!
“Nasıl olur?”dediğinde ise:
“Biliyorsunuz köyde iş çok. Henüz 5 aylık bir bebeği de var. Elinin ulağı gibiyim. Elinden bu olanağın çıkmasına izin vermez; bana ihtiyacı fazla görünüyor.” dedim. 
Beni Rahmetli Kara Mehmet DURAN dedem büyütmüştü. O gerçek bir herifti. Onun sağlığında kimse bana ilişemezdi. Lâkin O, bir yıl kadar önce Rahmet-i Rahmana yürümüştü. Ve çok özledim, kısa günde kırk kez aklıma gelen dedeciğimi…!
Gerçi dedem Rahmetli olsa da ben halâ onun evindeydim. Hanife Ebemle birlikte kalıyorduk. Babaannemle yani… Ancak ben yine de babam ve Analağımın işlerine yardım etmekten geri kalamıyordum. Durum buydu!
Öğretmenimiz yine sordu:
“Peki baban nerede”
“Evde” dedim, “ama bu konuda onun sözü geçmez!”
“Çağır!” dedi öğretmeniz bana; “O’nu çağır, hemen bu akşam Okul’a gelsin! Gelsin ki bir konuşalım bakalım neymiş durum?…”
Israrla ve derhal: “Olmaz!” dedim ben, “Bana çağırttırma. Benden bu çağrının hesabını sorarlar evde. Ve ben veremem bu hesabı. Sonuç olarak da babam sana gelemez!”
“Eeee…?” deyince öğretmeniz:
“Buradan, okul çocuklarından birisi ile çağırt ki ben bilmezmiş olayım. O çocuk da söylemesin neden çağırdığınızı. Ona ısrar edecek halleri yok ya!” dedim.
Sanırım kafasına yattı ki öğretmenimiz, bizim mahalleden ve çocukluk arkadaşlarımdan biri olan rahmetli Mehmet KARACA’yı görevlendirdi bu iş ile. Sıkı sıkıya da tembihledi “Niye çağırdığımı sakın söyleme!” diye!
İkindi olup da evlere vardığımızda peşimden rahmetli Mehmet de geldi.
Babama: “Dayı seni Öğretmen çağırıyor okula. Bugün; hem de acele!” deyip dönüyordu ki bizimkiler sordular:
“Ne içinmiş?” diyerek bağırdılar...
Ama Mehmet: “Ben ne bileyim, çabuk gidecekmişsin!” deyip gözden kayboldu.

            ************

Rahmetli Mehmet KARACA dedim de:
Evleri bizim mahallede, yakın komşuydu. Bir tek ev vardı onların eviyle bizim evin arasında. Yaşıttık kendisiyle; üstelik “kırkımız da karışmıştı”. “Kırkı karışmak” deyimi, doğumdan sonraki ilk 40 gün içinde doğanları ifade etmek için kullanılırdı. Bunların hiç biri öneli değildi. Asıl önemlisi O benim ilk çocukluk arkadaşımdı. Hem de en iyilerinden biri. Tek kusuru vardı; fazla cesurdu... Gözünü hiçbir budaktan sakınmazdı evvel Allah! Nitekim bu cesareti henüz 25 yaşındayken aramızdan aldı O’nu. Vurdular; vurdular O’nu. Yağlı kurşunlara denk geldi Garip’im. Aklını kullanıp da koruyamadı kendini.
Çocuklukta çok şey paylaştık Kendisi’yle?
Babası, O küçükken ölmüştü Garip’imin. Aklı ermezdi babasının sağlığına. Hasılı, yetimdi O da. Sık sık “Öksüzler Mektebi’ne” giderdik ikimiz. Kendi aramızda adını “Öksüzler Mektebi” koyduğumuz  bir inziva ve rahatlama kuytusuna… Bizim evlerden doğu istikametine koruya çıkılıp da “Kızıldüz” (kırmızı topraklı tarlaların bulunduğu bir mevkii) istikametine gidilen “Taşlı Yol’un” hemen altındaydı “Bu Mektep”! Gidişe göre sağda; hemen oradaki “Küçük Karınderesi” dediğimiz, “Göksu’ya” akan o kış dereciğinin yatağında… İşte o küçük vadicikte… Daha doğrusu bu vadicikteki dere yatağın tam kenarında bir kaya kovuğu…  Dediğim gibi kuytu bir yer. Kovuğun önünde de maki türü bir kısım çalılıklar var ki kapatıyor orayı. Tam bir sığınak… Kırk yıl saklansan kimse bulamaz adeta…
Ora’da (“Öksüzler Mektebi’nde”) kendi iç dünyamıza dalardık. Biz ve bizim gibiler hakkında iyi dileklerde bulunur, tanıdıklarımızın hatıratlarını yâd ederdik. Gelecekteki iyi günleri düşünür, güzel hayallere dalardık. Böylece oldukça rahatlar, köye geri dönerdik.
Merhametli çocuktu aslında Mehmet! O’na “Irazgilin Meymet” de derdik.

Bakın bir gün ne oldu?
Henüz 4 - 5 yaşlarımızın arasıydı. Onların eviyle bizim evin arasındaki evin arkasında bulunan o küçük harmanda mahallenin tüm çocuğu oyun oynaşırdık! Şimdilerde “Kaymakam Emmi’nin” olan o evin dulunda; duldasında…. “Çocuklar” diyorsam az falan sanmayın; hayliceydi… Zaten tüm evler, çocuk doluydu o yıllar…
Derken “Irazgilin Meymet” çıkageldi oraya. Elinde bir parça “çarşı ekmeği” … Bildiğimiz normal fırın ekmeği işte! Ne var ki o ekmekler bizde pek bulunmazdı... Yufka yerdik sürekli. “Çarşı ekmeğini” ise kırk yılın başında bir şehre giden olacak da o getirecekti. Onu da elbet kendilerine… Bu nedenle olsa gerek; yaddan, yabandan gelenlerin ön önemli hediyesi “çarşı ekmeğiydi”.  Ve çok severdik biz onu… “Çarşı ekmeğini” yani.
Küçük bir parça da bana verdi Rahmetli. Diğer çocukların gözleri kaldı ekmekte ama.  Lâkin Mehmet onlara vermedi... Öyle ya; elindeki zaten doyumluk değil tadımlıktı.
Çocukların gözleri kalsa da bir çoğu önemsemedi. Lakin iki kardeş ısrarla istediler Mehmet’ten… Yine de vermedi. Bu defa o iki kardeş gidip kendi annelerinden istediler “çarşı ekmeğini”  Fakat nereden bulsundu anneleri…? Ama çocuklar anlar mı durumu? Tutturdular “İllâ da çarşı ekmeği isteriz!” diye! Oysa yufka yapıyordu anneleri; misler gibi. Ellerine birer yufka sıkması (rulo biçiminde dürüm) tutuşturdu onların. Üstelik içine sade yağ (özgün tereyağı) sürerek… Yine de ikna olmadılar; ağlamaya başladılar…
Mehmet duruma dayanamadı; ekmeğine de fazla kıyamadı. Parmaklarının ucuyla koparıp yarımşar lokma kadar verdi onlara. Sustular onlar da. Kestiler ağlamayı. Kestiler kesmesine ama bir de ne göreyim? O kadarcık ekmeği yalın olarak yemeye kıyamadılar; tutup yufka sıkmasının içine ovalayarak o yufkaya katık ettiler…!  

Mehmet’in cesaretinden de bahsettim ya? Hiç kimseden ve hiçbir şeyden çekinip korkmazdı O. Ben kıyıp da vuramazdım kimseye. Hatta karınca bile ezemezdim. Kuş dahi avlamadım… Ama O, gerekirse kırar geçirirdi ortalığı. Mahallenin cümle çocuğunu da döverdi gerekirse. Ve hepsi korkarlardı O’ndan… Bir tek ben; içten severdim O’nu. Çocuklar arasında yani.
Buydu işte, Öğretmenin bizim eve yolladığı Mehmet KARACA hani!

            ****************

Uzatmayalım! Mehmet, Suat YENİTÜRK Öğretmenimizin verdiği görevi yerine getirip de uzaklaşınca bizim evden, bu defa da bana yöneldiler bizimkiler. Özellikle Analığım: “Ne halt ettin okulda?” der gibilerinden biraz sıkıştırdılarsa da “Ben bilmiyorum!” diyerek savuşturdum aklımdaki baskıyı.
Eh…! Öğretmen çağırmış, gidilmemek olmaz. Zaten öğretmen de bir Muhtar köyde. Ki köy heyetinde da aza zaten…
Neyse…
Analığımdan izin çıktı. Babama: “Git, öğren bakalım neymiş!” buyurdu. “Oyalanma aman sakın! İşimiz çok ha…!” diye de ekledi.
Babam derhal çıktı yola. Bir an önce Okul’a…
Ben bekliyorum bu ara.!?
Öyle ya: Dur bakalım ne olacak acaba?!
Derken Babam döndü?
Döndü ama dönen bir başka adamdı sanki!
Beni işaretle ve olanca ağırlığıyla haykırdı Analığıma: “Bu çocuk Ereğil (İvriz İlköğretmen Okulu) sınavlarına girecek!”    
Bizimki hem şaşırdı hem haykırdı: “Gidemez!”  “Benim ekinim otum (ekin biçip - ot işlenmesi, yolunup toplanılması)  ne olacak?”
“Gidecek” dedi babam! “Gideceeekkk!”
Doğrusu babamı hiçbir zaman böylesine kararlı görmemiştim? Gerçi daha sonra da pek görmedim ama… Bu da yetti bana… Ama ne çare ki sadece bir bakıma.  
“Tamam” dedim ben içimden “Bu iş tamam!”
Babam çok kararlıydı çünkü! Her şeyi göze almıştı. Ancak bu durum kendi iç ilişkilerinde alışılmış bir durum değildi.
Bir büyük kavgaya tutuştular kendi aralarında.
Hem, sözlü hem fiziki…
Kafa, göz gidiyor…
Kim kime üstün çalarsa…
Doğrusu babam üstün geldi bu defa…
Ve analığım pes etti. “Nasılsa gidince kazanacağı mı var? Ha giderse gitsin!” buyurdu ve kavgayı bitirdi. Ki, sınava hazırlanmama fırsat vermemek elindeydi. Kaldı ki zaten fırsat da yoktu. Hem anladı ki pabuç pahalı görünüyordu bu defa. Ve bu gün diğer günlere benzemiyordu.
Vize çıkmıştı bize! Sınava başvurunun vizesi… Ne olursa olsun önemli olan bu vizeydi. Sınav hazırlığı yapmasam da olurdu. Müfredatı biliyordum ve hafızam güçlüydü ki hiçbir şey iki kez okumadım. Okuduklarım hep aklımdaydı… Böyle düşünüyordum.
Ha bu arada belirteyim ki, kavga esnasındaki sarf edilen sözlerden anladığım kadarıyla Bizim Öğretmen iyi gaz vermişti babama. Tam da damardan girmişti. “Sana hanımdan korkuyor diyor herkes!” demiş meğer babama. “Bu korku yüzünden istikbaliyle mi oynayacaksın bu çocuğun…?” Zaaf noktasını tam yerinden yakalamış, oradan vermişti gazı babama!

Neyse ne? Sevindim tabii… Çok önemli bir engel aşılmıştı; sevinmez miyim hiç!? Nitekim kazanınca asla önümde duramazdı. Göndermemezlik edemezdi beni Okul’a. Koskoca Köyün, onca köylünün karşında böyle bir yükün altına giremezdi. Yıllar sonra Köy’den bir çocuk İvriz İlköğretmen Okulu’nu kazanacak, o hizmetlenmek adına onu Okul’a yollamayacak? Yok! Asla bunu yapamazdı artık. Yeter ki kazanaydım?

Hemen belirtmeliyim ki:
Bu kitapta tanımladığım anlamıyla, Babamın şahsım adına yaptığı ve tanığı olduğum yegane “heriflik”, yani inisiyatif alış işte budur. İleriki anlatımlarımdaki olumlu çabalarının hepsi, işte bu “herifliğinin” tamamlayıcı cüzleridir. Ki inisiyatif kendisinde değildir çoğunlukla.
Yukarı paragrafta “yegane” desek de ileride anlatacağım üzere kısmi bir “herifliğine” Dedem öleceği gün rastladım. Geriyi hikayedir… Ne söylese de inisiyatif almamış, alamamıştır.

            *****************

Yine de Öğretmenimin bu yardımı ile Babamın anlattığım bu “herifliği” hayatımın seyrini değiştirdi. Bu net bir durumdur!
İyi bilin ki tam zamanında yapılan yardım hem çok kolaydır, hem de kesin neticelidir! Olumlu anlamda yani. Bu tav geçirildikten sonra nice emekler verilse de netice almak bazen çok çok zor, bazen de olanaksızdır! Bazı anlar vardır ki ömrü kurtarır yani! Aynı neticeyi ise bir ömür versen de elde edemezsin çoğu zaman! Özellikle iş işten geçince…
Bunun tersi de doğrudur! Zamanında yapılmayan bir iş, sakınılan görev, yahut esirgenen küçücük bir yardım, kişi uçurumdan yuvarlandıktan sonra hayatını vakfetsen dahi geri getirilemiyor maalesef. Bedelleri hayat kadar ağır olabiliyor. Oysa zamanında ne kadar da kolaydı o hizmetin görülmesi…!? Her şey yerince ve zamanınca efendim!
Nitekim az önce anlattığım olguyla, “Gidenler Babamla Anamdı” başlığı altında anlatacağım ve evlilik hayatımın başlangıcına ilişkin olgu, burada yaptığım belirlemenin en somut kanıtı ve hayatsal tecrübesidir. Zamanında yapılan o küçücük yardım nedeniyle iş ve aş hayatımda asla sıkıntı görmedim; sürekli doyumda bulundum. Oysa yurt yuva tutarken kendi yoluma yürümeme zemin hazırlayacak olan o küçücük yardımın esirgenişi ve bulamayışım karşısında bir boşluğa, bir açmaza düştüm ki, asla kapanmadı. Özel hayatım tam bir girdap oldu.
Öyleyse ne diyelim? 
“İşin zamanını bilenlere, olumlu anlamda gereğini yapanlarla yapılanlara ne mutlu!” diyelim!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder