21 Aralık 2011 Çarşamba

16-İlk Pantolonum:

İlk Pantolonum:

Yukarıda da okuduğunuz gibi fistan giyerdik bizler çocukken. Neredeyse ilk okula gidene dek. Yokluk vardı. Terziye falan para verilmezdi. O fistanları analarımız dikerdi. Benimkini de Hanife Ebem! Eskiyen yerlerine de rengarenk yamalıklar dikerlerdi.  Ellerine geçirebildiklerinden…
Altında don dolak, iç çamaşırı, gömlek falan olmazdı. Sadece bir fistan… Hepsi bu!

Sonraki yıllarda don dikilirdi bizlere. Aynı şekilde yine o öpülesi ellerde. Dış donu yani. Yukarı yanımızda işlik (bir nevi gülmek), alt yanımızda dış donu. Ağları geniş; neredeyse Adana Şalvarı… Analarımızın el hüneri…
Amerikan kaput bezinden dikilirdi çokça. Hazır alınamazsa şeker çuvalları kullanılırdı bu hususta. Durumu daha iyi olanlar alacadan dikerlerdi; alaca bezden…
Durum buydu. İşte o donlardan giyerdik artık dağa bayıra giderken.
Kendimi görmez de pek gülerdim çocuklara ben, arkalarından izlerken.
Öyle ya: Kuyruk gibi çarpardı sağa sola!
Giydikleri donların ağları da…
Hani; çocuklar yollarda gezerken!
Büyük erkeklerin pantolonu ise daha ziyade şalvarımsı yahut da zamanın modası olan yanlardaki cepleri şişkin, diz altı daracık, “……” denilen bir giysiydi. Gerek bunlar, gerekse en üste giyilen aba yahut palto türü giysiler kendi koyunlarımızın yününden kadınlarımızca eğrilme, kendi el tezgahlarımızda dokunma, el işi dokumalardan yapılırdı.
İçe giyilenlere “don”, “göynek” göyneğin üzerine giyilene de “işlik” derdik. İşlikler yakasız olurdu. Bunlar da kaput bezinden, yahut alaca denilen bir bezden yapılırdı ve kadınlarımız kendi elleriyle dikerlerdi. Pantolon, aba, palto türü şeyleri ise terziye diktirirlerdi. Tamirini ve yamalığını, yine kendileri yapardı.
Kadınlarımızın kıyafetlerinin dikimi terzi görmez, tamamen kadınlarımızın elinden çıkardı. Zaten o yıllarda onlar, “üç etek” denilen o meşhur Yörük kıyafetini giyerlerdi. Alt bölümde topuklara kadar inen, paçası kırmızı ve geniş, ancak büzgülü bir alt don bulunurdu. İç giysisi olarak, bir başka don ve “göynek” olurdu. Başa, eski para ve altın liralarla süslü “tellik” dediğimiz bir başlık tıkılırdı. Telliğin üzerine başörtüsü, üçeteğin ön bölümüne belden aşağı bir önlük, bele kuşak, göyneğin üzerine de mevsimine göre yelek yahut “delme” denilen yünden dokuma bir aba… Ne var ki genç kızların, genç gelinlerin yahut yaşlıların baş örtüleri farklıydı. Yaşlılar siyah, genç evliler beyaz bir örtü, evlenmemiş kızlar “yazma” alırlardı başlarına. Yine evlenmemiş genç kızların tamamı olmak üzere, yaşlı kadınların çoğunluğu başlarına tellik takmazlardı.
Dediğim gibi tüm bunların dikim ve tamirlerini kadınlarımız yapardı.  
    
İşte tam bu yıllardı; köyümüzün emektar terzisi “Terzi Durali’ye” bir pantolon (pontul) diktirdi Dedem benim için. Hem de kadifeden…
Kahverengi ve çizgi desenli olanlarından...
Aslında oldum olası çalım satmaktan hiç hoşlanmam. Hattâ utanırım ben! Yine de çok hoşuma gitti tabii bu pantolon. Ve devamlı giydim o yıllarda onu.

“Terzi Durali’ye” diktirdim.” dedim de; Terzi Durali” deyip de geçmeyin ha…! Gerçek bir sanatkardı O. Yukarıda bahsini ettiğim, ilkokul sıra arkadaşım Süleyman Yıldız’ın babasıydı. Kendisi tarla işine pek gitmez sırf terzilikle uğraşırdı. Akıllı adamdı. Köy’ün tüm dilekçe ve senetlerini de o yazardı. Yazardı çünkü ortaokul görmüş adamdı. Ne yazı ki Ortaokul terkti. Okumayı çok istemiş ancak şartlar elvermemişti. Dolayısıyla kendi çocuklarını okutabilmek için elinden gelen her olanağa başvurdu. İki oğlunun ikisini de okutmayı başardı. Süleyman’ı anlattık zaten, büyük oğlu da Avukattır İstanbul’da.

Yine kadife pantolonuma dönmem gerekirse onu ilk kez bir “Sergi’de” giydim.
“Sergi” de önemliydi o yıllarda. Belki biricik eğlence ve buluşma zamanlarıydı. Dışarıda olan herkes “Sergi” için Köy’e gelirdi.
Uygulama şöyleydi:
“Bolat Deresindeki” bağların üzümleri sermeye gidilirdi her Eylül Ayı’nın 1. günlerinde. Ve o günler tam birer şenlikti. O gün herkes en güzel kıyafetlerini giyerdi. Giymek ne kelime? Özel olarak sergilikler dikilir veya diktirilirdi. Önce Köy’ün önündeki “Yazı’da,” “Boz Belen” dediğimiz yerde erkekler toplanır eğelenirlerdi. Bu arada kadınlar ve kızlar yola çıkar, erkekleri geçerek “Yazın’ın” sonunda bulunan ve “Bolat Deresi’ne” doğru giden yolun üzerindeki “İnin Önü” dediğimiz mevkide toplanırlardı. Onlar da orada eğlenceye ve oyuna başlarlardı. Bu defa da silah ata ata erkekler yeniden yola çıkar, kadınları geçer, “Aşağı Eğridönecek” dediğimiz mevkie kadar gelirler, orada yeni bir şenliğe başlarlardı.
Şöyle ki:
Uzun namlulu silahlarla Ora’dan, “Karınderesi” vadisinin karşı yakasındaki, yani gündoğu yönündeki karşı yamaçta bulunan ve adına “Aktaş” dediğimiz, 40 cm. çapları civarındaki bir kaya parçasına nişan atışları yapılırdı. Ayrıca tabanca ile aynaya da atışlar yapılırdı. Böylece bu husustaki maharetler de sergilerdi.
Erkeklerden geride kalmış olan kadınlar, erkekleri burada ve bu faaliyetler yapılırken geçip giderlerdi. Doğruca dere’ye ve bağlarına….
Erkekler geriden gelirdi.
Dere’de Köy’ümüze ait bağ az olup daha çok yemeklik kullandığımızdan sergi işi az olurdu. Üzüm sermesi daha ziyade eğlencelikti. Köylülerimiz esas itibariyle ve elbirliğiyle gezip eğlenirlerdi. Dere’de çimilir, suyunda yüzülür, balık tutulur, Hitit kalıntısı olan kaya mağaralar (Kale) gezilir, birbirleriyle sohbetler edilir, yenilir içilir, İkindiden sonra ise yorgun argın Köy’e dönülürdü.
Aslında Gederet ve Bolat Köyleri de sergiye aynı gün gelirdi. Fakat sanırım Onlar Bizim Köylüler kadar eğlenmezler, daha çok kendi işlerine bakarlardı.
Bu tarz sergilerin yerini şimdilerde sanırım, son yıllarda gelenekselleştirilen ve yılda bir kez düzenlenen, gerek geride kalan, gerekse yad ve yabana gitmiş köylülerin buluşup kaynaştıkları köy şenlikleri aldı.
       
O pantolonu ilk giydiğim o sergiden sonra çoğunlukla ve devamlı giydim.
Giydiğimde, yan gözle görüyorum?
Doğrusu geçilmiyordu bana gıpta edenden…! Özellikle de çocuklardan….
Dedeciğim benim! Allah’ım seni de öyle bir giydirsin ki, sana da gıpta etsinler. Ve gıpta edenlere de giydirsin Allah’ım! Haset edenleri değil…
Eh, hasetçiler de kendilerine çeki düzen versinler.
Geçip gidenleri de bağışlasın Allah!

            *****************

Bu pantolon aslında başıma bazı işler de açmadı değil hani.
Bir de anamın bana Gederetten getirdiği yiyecek türü hediyeler. Amasya elması, ceviz falan…! Hani Bizim Köy’de pek bulunmayan…
Saf bir yanım var ya yani?
İşte tüm bunlarla birleşen işler…
Bazıları çok varlıklı sandı beni. Bizi yani! Eh, ekmeğimiz kendimize yeterdi. Kimseye gıpta etmedik şükür!

Durum bu iken, Şevket Emmimin Hamdi çıkageldi bir gün yanıma.
Yalnız değil; mahallenin cümle çocuğu yanında.
Neymiş Efendim; “Antika eşya bulacaklarmış…!?”
O yıllarda Köy’de antikacılık pek revaçta.

“Düşünde görmüş” Emmimin Hamdi. “Köyden koruya, doğu, yani Konya istikametine çıkılırkenki, bir karslıkta (bir nevi çöplük) antika eşya varmış. Kazılırsa mutlaka çıkarmış. Satınca çok para yaparmış…”
İyi de git kendin kaz; bize ne? Niye paylaşıyorsun onca parayı bizimle? Bizdeki de akıl işte!  Çocuk aklı… Eh; saflığım da üstümde. Güya iyilik yapıyor Hamdi bize…
Ama yapar O. Çok yaptı zaten? Uyanık asker(!) Git emsaline takıl madem. 7-8 yaş da büyük bizlerden…?
Görünürde hepimizde bir sevinç. Ben de takılıyorum peşlerine. Doğruca tariflediği Karslığa... Elinde kazma; O kazıyor biz seyrediyoruz! “Ne çıkacak” merak ediyoruz?
Biraz kazınca; aaa…! O da ne? Bir bacağı kırık, küflü bir saç kırkma makinesi… Güya havalara uçuyor Hamdi. “Tamam; işte bulundu! Bulundu antika; bulundu…!”
Bizler de seviniyoruz! İyilik olsun, güzellik olsun bence.
Allah bolca versin herkese…
Ama iş öyle değil, dümen bize dönmede…?
“Allem edip, kalem edip” o küflü makineyi satıyor Hamdi bana.
Üç – beş ceviz ile bir elmaya…
Ulan tutup istesen ya!
Vermeyen mi var sana?
Kandırma da nenin nesi…
Ey Allah’ımın; akıllı serserisi…!

Durumu anlayınca çok kızıyor Mustafa Emmim bana...
Hani şu malum saflığımdan yana.
Allah’ım hep iyilikler ve iyiler ver Amcama.
Hamdi’ye de bolca bolluklar… Ve mutluluk veren gürlükler…
Hem burada; hem orada…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder