21 Aralık 2011 Çarşamba

15-Bir de Dayak…

Bir de Dayak…

Aynı yılın güz mevsimiydi. Gittiği yerden Anam Bizim Köye gelmişti. Yalnız değildi tabii. Konumuzun önemi bakımından diğerlerinin kimler olduğunu tam anımsayamıyorum. Lakin bunlardan birisi, Anamın Ora’daki üvey kızlarından birinin kocasıydı. Yeni Damat yani. Durmuş Ali adı da. Durmuş Ali İnanmaz!
Gördüğüm kadarıyla çift sürmeye gelmişlerdi Köy’e.
Yazı’da, Yukarı Kuyu’nun hemen üstündeki tarlayı…
Öyle ya, tarla takka cinsinden Anamın bir çok malı Bizim Köy’deydi henüz. Maldan da önemlisi Annesi…

            **************

Bu annesi meselesi aslında büyük sorundu. Götürülmesi gerekiyordu O’nun da Gederet’e. Öyle ya kadıncağız yaşlıydı. Annem ise hayatta kalmış tek evladıydı Eh; sorumluluk meselesi.
Üstelik Delimam Dedemden intikal eden malların büyük bir bölümünün varisi de O’ydu. Kendi taşınmazları ha keza...
Öyle ya: Sırf Delimam Dedem itibariyle Annemin payı 3/40 civarında, Fatma Ebeminki 10/40 idi. Fatma Ebemin ayrıca kendi şahsi malları da vardı elbet. Üstelik haylice. Belki bundan daha fazla… İşin bu yönü Anam için pek önemli olmayabilirdi. Hatta kocası için de…. Ben oralarını da, işin bu yönünü birilerinin önemseyip önemsemediklerini de bilmiyorum. Sadece durumu ortaya koyuyorum. Hepsi bu.
Ancak yaşlı anasını köyde bırakamazdı. Bu bir gerçekti. Fakat O pek gitmek taraflısı değildi. Ne var ki ilerleyen günlerde buna da bir çare geliştirdiler. Fatma Ebemi bizlerden ve çevresinden koparıp götürdüler.  
Evet götürdüler…
Bu götürüşü, bu dayatan sonra anlatalım ama!

            ********************

Köyde görülecek başkaca ne işleri vardı bilmiyorum ancak kalabalık ve cümbür cemaat gelmişlerdi.
Anam değil mi? Gitmez miyim? Gittim tabii. Hem bu şartlar altında karşı tarafı benimsemek de durumun icabı gibiydi. İntibak etmek lazımdı. Kin tutup küsecek kadar büyümemiştim daha. Üstelik böyle şeyleri öğrenmemiştim bile.

Ertesi sabah baktım, bizim tarla sürülüyor. Kim tarafından mı? Biraz evvel andığım Damat tarafından…
Yanına indim; kim bilir neden!?
Belki benimseme gayreti, yahut da doğrudan doğruya benimsemişlik! Malum ya; damadın sürdüğü tarla ne de olsa bizim!
Vardım, biraz takıldım oralarda. Bu arada nasıl gördüysem; baktım damatta bir bıçak var. Bıçak dediğim el bıçağı; sıradan bir şey. Öyle ahım, şahım falan sanmayın!
Bıçağını istedim oynamak için. Ne halt edecek idi isem?
O da verdi.
“Sakın kaybetme, falan” diye de tembihledi.
“Olur” dedim; ayrıldım oradan.
Az yukarıdaki evlerin arkasında oynaşan çocuklar gördüm. Onlara ben de takıldım. Ne kadar zaman geçti bilmiyorum ama bir hayli oynaştık.
Derken anam yanıma geldi yanıma; bıçak aramaya. Bir de baktım; bıçak yok elimde. Öte bıçak, beri bıçak, yok bıçak. Yok işte; kaybolmuştu.
Cep falan aklınıza gelmesin sakın ola. O zaman bizlerde pantolon falan aramayın. Fistan giyiyoruz öylece. Cep falan ne gezer. Altında don bile yok.
Düşmüş işte bıçak elimden, nerelere düştüyse.
Gerçi oynadığımız yerden hiç ayrılmadık. Ev yapmak için oraya bırakılmış, bir duvar taşı yığının etrafında oynayıp durduk hep! Ama yoktu işte bıçak. Elimden bırakıverdiğim bir sırada belki de çocuklardan birisi almıştı bıçağı. Ne bileyim? Hatırlayamıyorum işte.

Neyse; Anam döndü gitti.
Vardı tarlaya. Damatla bir şeyler konuştular. Damat fırladı havalara!
Kulak kabarttım: “Bıçağım da bıçağım” diyor adam.
Anam “Yenisini alıvermeyi” teklif ediyorsa da bir türlü kabul etmiyor. “İllâ da benim bıçağım…!” diyor.
 Eşi menendi yokmuş bıçağının. Asla bulunamazmış onun gibisi.”
 Vav…!
Mübarek adam!
Madem bıçağın öyle değerliydi, niçin verirsin bir tutam çocuğun eline? Öyle değil mi ama?

Bu arada Anam iyice kızıyor…
Tekrar yanıma geliyor. Daha bir sert bana karşı!?
Beni de alıyor bir telaş!
Ara bıçak, tara bıçak, yok bıçak...!
Anam fitil oluyor. Beni kaptığı gibi omzuna alıyor. Üzerimdeki fistan açılıyor; sırtım çırılçıplak. Anamın omzundan göğüslerine doğru baş aşağıyım artık.
Zaten kaç paralık canım var ki?
Makine gibi çalışıyor Anamın elleri sırtımda. Kendisi deli gibi… Vurdukça vuruyor vallahi.
İnanır mısınız? Sırtım yara oldu o şamarlardan!
O güne dek hiç dayak yememiştim. Ne Anamdan ne de bir başkasından.
Gerçi bundan sonra da yemediysem de o sefer dayağı da yedik şükür elhamdülillah (?)

            *******************

Az önce de dediğim gibi işte bu dayak ve yukarıda anlattığım tokattan sonra, gerek çocukluğumda, gerek okul hayıtım ve sonrasında, dayak, değnek tokat yemedim ben.
Sadece bir defa öğretmenlerimden birisi yanılarak kulağımı çekti. Hepsi budur. O da 6 yıllık İlköğretmen Okulu’nun 3. sınıfında ve bir tarım dersinde oldu. “Hâvan Herif” dediğimiz bir öğretmeniz tarafından…
Öyle kavgalara karışmaya falan da meydan vermedim. Korkudan değil, elimden geldiğince işlerimi medeni unsurlarla çözmeye çabaladım. Bu alanda da çocukluğumda ne gördüysem onu uyguladım!

            *****************

Ben ağlayarak kendi evimize tarafa gittim. Oralarda biraz eğleştim. Daha sonra elimi yüzümü yıkadım; sonra girdim içeri. Belli olmasın diye. Dayak yediğim hani ya! Ve suçum da…! Anlayacağınız yediğim dayağı da belli etmedim dedemlere. Suçluyum (!?); kendimce suçlanıyordum ya? Onlar da anlayamadılar zaten.
Şimdi, “Bıçağıyla bir yatasıca” desem olmayacak adama.  Rahmetli oldu O’da. Allah kusurlarını affetsin! Varsın nur içinde yatsın! Değil bıçak yarası, hiçbir yara görmesin.

Allah Anama da hayırlı uzun ömürler versin… Hiçbir yerinde yara bere göstermesin! Acı ağrı duymasın! Allah gecinden verisin! Gittiğinde mekanları cennet olsun! Öbür yanda asla eza çekmesin! O günkü sırtımda yaptığı yaralar kefaret olsun O’na! Yani Anama… 

Sizler asıl, bir başka sevincime bakın benim:

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder