Dedemle Hanife Ebemin Sevinci:
Yukarıda bahsini ettiğim anama yönelik bu, “El aşağı (ova) sen yukarı (dağ) gittin! Hem onca çocuğun babası ile evlenilir mi?” biçimindeki kınanmışlıktan ben de nasibimi aldım elbette o sıralar.
Bolca hem de…?
O ortamı hiç bir zaman sevmesem de, sevemesem de…?
Daha ileriki yıllarda Annemi ziyaret için Ora’ya gidip de, her dönüşümde:
“Yine Gederetten mi geliyorsun ay Meymet?” diyenlerden sıkılıp, utandım hep! Çünkü kinaye ediyorlardı sürekli… Ve, kendi akıllarınca dalgalarını geçiyorlardı benimle…
Bu “Gederet” konusunun beni kıran bir yanı daha vardı!
O da kendi Köyümüzün kültürel algısıydı?
Şöyle ki:
Köyümüzün insanları biraz kendini beğenmiş, gösterişe düşkün ve benlik davası güden yapıda olsalar da düzen, intizama, temizlik ve güzelliğe çok önem verirlerdi. Gerçi halâ da öyledirler…
Zamanın toprak damlarının “çelen” adını verdiğimiz saçakları her köyünkinden daha güzeldi. Binalarda kullanılan taşlar, o taşlarla yapılan yapılar ve binalar bile…
Duvarlarımızı asmalar, dam başlarımızı rengarenk çiçekler süslerdi.
Çevredeki suyu en kıt köy olmasına rağmen her köyden yeşildi… Suyu çok aramayan ağaç türleriyle bezemişlerdi köyün her yerini…
Gerek sokak aralarında, gerek sair orta yerlerde pislik göremezdiniz asla. Günlük temizlenirdi... Herkes kendi evinin önünü ve çevresini… Bu nedenle de her yer doğal ve pırıl, pırıldı.
Sabahları, dağ ve tarla işlerine oldukça erken gidilir, ikindiye doğru da günlük tarla işi bitirilir, köye erkence dönülürdü. Hemen birer banyo yapılır, iş kıyafetleri çıkarılarak en güzel giysiler giyilirdi. Köy içindeki işlere ve gezintiye de böylece çıkılırdı…
Temizliği azami riayet gösterilir, köye “bit” uğratılmazdı. “Bit” deyip de geçmeyin; o yıllarda ciddi bir sorundu bu. Üstelik tüm ülkede… Özellikle toplu yaşanan yerlerde, şehirlerdeki kenar mahalle ve köylerde…
Bu vb. uygulamalar yaygın ve oturmuştu Köyümüzde… Lakin çevre köylerden bazıları, saydığım bu hususların hiçbirisine pek riayet etmezlerdi o yıllarda.
Anlattığım durum karşısında köylülerimiz kınarlardı bu tarz köyleri… O köylerde yaşayanları…
Bu konudaki yoğun kınama ve eleştirilerinden biri de “Ora’sı” hakkındaydı.
Bu kınamaya konu edilen olgu, doğru ve bir gerçeklik miydi; yoksa vehim miydi? Doğrusu onu bilemiyorum. Ancak durumu Bizim Köylüler böyle değerlendiriyorlar ve bu kınamayı yapıyorlardı!
İşte bu durumdan biz de nasipleniyorduk.
Daha doğrusu ben de…
Sanki bana neyse…
Anamın yanına gidiş gelişlerim sınırlı da olsa her dönüşümden sonra ciddi bir “bit kontrolüne” tabi tutulur, her ihtimale karşı güzelce yıkanır, çamaşırlarımı değişirdim..
Yine de bu durum yaralardı beni…
Öyle ya; “Ne de olsa Anam Gederet’teydi! Gederet’te olan benim Anamdı.!”
İşin bir de, “parçalanmış ailelerde yada ana veya babası ölmüş çocuğa kimin sahip çıkacağı konusuna dair olan” değer yargıları boyutu vardı ki bu da önemliydi. Sanırım durum halâ öyle…
Bu yargısal anlayışa göre bizlerde, çocuktan baba taraf sorumluydu. Hiçbir baba ve baba tarafı bu sorumluluktan kaçamazdı. Çocuğun babası ölse bile… Kaçınırsa, adeta toplumsal dışlanmaya maruz kalırdı. Eğer sağ ise baba, bulup birisini (nasıl evlilikse evlenip) baktırmalıydı(!) çocuklarına… Hele bir de dört başı mamur kendi ana babası falan yoksa… Ve yandı keten helva… Aynı, sonraki yıllardaki ben…!
Ana asla sorumluluk hissetmez; “Ben babamın evinden mi getirdim?” deyip, çıkardı şuraya. Ki annenin bulunduğu ev tarafı da pek kabullenmezdi anne yanındaki çocuğu. Kınarlardı onu; o çocuğu. Ayıpsarlardı… Ve, “Taygeldi” derlerdi ona. Ne ayıp, ne ayıp ama…?
Satın alınan kısrağın arkasında gelen erkek tay yani!
Andığım değer yargılarını yargılayacak değilim burada. Ne var ki; yanlış yada doğru, değer yargıları dışlanarak yaşamak da olası değildir elbet hiçbir toplumda. Ancak sözüm şudur ki şurada: Her kim sahip olacaksa çocuğa... Gerektiği gibi sahiplensin sadece… İki arada bir derede bırakmasın!
Vay çaresizlerin haline…!
Gereken çareyi bile bulamıyor çünkü de…
*******************
Biz yine konumuza dönelim!
“Gederet’ten” Köyümüze döndüğümüzde Fatma Ebemin evinde fazla eğleşmedim. Kargaşadan yararlanıp bir koşu yukarı, güney mahalledeki kendi evimize çıktım hemencecik.
Dedemler evimizin alt katında otururlardı. Güneye, Köyün önündeki yazıya, oradan engin Göksu Vadisine ve ufuklarda göz alabildiğince uzanan o görkemli Toroslar’a bakan iki katlı evimizin alt katında. Babamla Mustafa Amcam ise evimizin üst katında otururlardı. Amcamın giriş kapısı doğuda, babamınki ise batıdaydı.
Dedemin kapısı çift kanattı. Bunlara “kavşurma (kavuşturma) kapı” denirdi. Bu tür kapılar hali vakti iyi olan ailelerde bulunurmuş vaktince. Öyle diyorlar; bilmiyorum. Dedemin hali vakti nasıldı; onu da pek bilmiyorum!? Tek bildiğim; kimseye muhtaç değildik. Kendi azımızla kavrulup, kendi çoğumuzla yoğruluyor. Kendimizi fakir gibi görmedik hiç. En azından bir göz tokluğumuz vardı bu anlamda.
Vakit akşamdı. Akşamın loşuydu. Yavaşça ve sevinçle açtım “kavşuma kapımızı”. Biraz da sürpriz yapacağım hani aklımca... Yavaşça açtım, sessizce kapattım kapının bir kanadını. “Sokak” tabir ettiğimiz evin giriş odasındaydım artık. Yavaşça ilerledim, sokak odamızın sağ kolundaki oturma odamızın kapısına yöneldim. Kapıyı hızlıca açıp, atladım içeriye! Bir sevinç, bir sevinç bende… Dedemle Hanife Ebem otuyor ocak başında. Girdiğim gibi sağ karşımda… Güneye bakaniki küçük penceremizin arasında...
Ama o da ne?
Ocağın biri bir yanına, diğeri onun karşısına oturmuş ağlaşıyordu Dedemle Hanife Ebem. Benim için ağlaşıyorlardı! Benim yokluğuma... Ve içinde bulunduğum duruma… Belki de çaresizliklerine…
Hızla kapının açılıp, içeri girişime irkildiler…
Aaa; o da ne…?
Baktılar ki ben…!
Nasıl şaşırdılar, nasıl sevindiler görmeliydiniz!?...
Asla unutamam o sevinçlerini. Koştum kollarına atıldım. Dünyalar bizimdi artık.
Dedem: “Asla bırakmam seni bir daha; korkma!” dedi.
Bir daha da bırakmadı.
Ne var ki ömürleri az daha vefa etmedi…! O erken gitti; bari Ebemin edeydi vefa ömrü… Yine de çok sığındım kucağına… Allah da O’na açsın kucağını!
Allah’ım, cennetinde kavuştur hepimizi!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder