Sınava Gidiyoruz:
Ali ASLAN öğretmenimizin haberi bize erişince, apar topar hazırlıklara başlandı. Evvela bana bir azık katıldı. Azığımda her zaman yediğimiz yufka ile ona katık yapacağım yumurtalı, yağlı ekmek övmesi (yağda pişmiş yumurta ile hafif yağlanmış yufka ekmek kırıntıları) vardı.
Babam, zorunlu giderlerimi hesapladı,
Bunlar:
25 kuruş kara kalem ve silginin,
2 lira da otel parası olmak üzere toplam 2,5 lira idi…
Gerçi otel 2,5 lira imiş ama Babam pazarlık yapmamı tembihledi.
Ayrıca Şaban için de :
1 liralık lokum,
1 liralık da bisküvi siparişi verdiler ayrıcana.
Böylece etti 4,5 lira…
Bir avuç bozuk demir para verdi Babam bana.
Bu paranın büyüklüğünü, o yıllardaki amele yevmiyesinin 10 lira civarında olduğunu düşünerek hesaplayabilirsiniz!
Aldım azığımı, ve 4,5 lirayı. Tam çıkacağım ki yola, Bizim Analık yine heyheylendi! Başladı bağırıp çağırmaya! Neymiş efendim? “Bir yıllık tuz ve gaz yağı parası gidiyormuş!” Çıkıyormuş elden. Boşlara gidiyormuş!?” anlayacağınız. O öyle diyor. Ben bilemem!
Bir kavga çıkardı ki sormayın!
Bende zaten bulunmayan moral, temelli oldu moral sıfırın altı. Ancak kavgaya takılacak zamanım yoktu. Daha doğrusu o kavgaya tanık olama zorunluluğunda değildim bu defa. Bunun bilincindeydim.
Derhal atladım kapıdan dışarıya.
Ayak yalın, baş kabak…! Üstümüz, başımız, yırtık pırtık!
Yine de siz, “ayak yalın” dediğime bakmayın! İlyas SALMAN’ın “Cizlâvet” dediği türden kara lâstiklerimiz vardı ayaklarımızda. Çoraplarımız olmasa da, Markası “Azim’di” doğrusu… Öyle “Cizlâvet” marka falan değildi. Halis, muhlis Konya markası, kara lastikti bunlar… Dağa taşa ancak onlar dayanırdı…
Bir adımda köyden dışarı çıktım ben! Hem de ta öbür mahalleden.
Dediğim gibi, moralim çok bozuk.
Ağlayacağım; hem de çok çok.
Şuna bak!
“Bir yıllık tuz gaz parasını götürüyormuşum?” Lafa bak! 2 lirası zaten oğluna… Peki benim hiç mi emeğim yok. Ya Babamınkiler…?
Bu da önemli değil de; ah şu kavgaları olmasa!
Babam “gık” diyemiyor; O da bir alem doğrusu!
Belli belli… Bu memlekette ekmek yoktu bana! O kıt ekmekten…
Zaten bizim eğitmen söylememiş miydi bunu? Hem de ben ilkokul 2. sınıfında iken. Mustafa ŞAHİN öğretmenime fısıl fısıl…?
Beni işaretle: “Şu Çocuk okur da bir ekmek bulursa ne alâ, yoksa buralarda ekmek bulamaz!” diye…?
Hani şu Bozkır – Aslantaş Köyü’nden Mustafa ŞAHİN… O yıllarda henüz bir Ortaokul mezunu olan ve Eğitmenimizin yol göstericiliğiyle çalışan o gencecik Öğretmenime…
Köyümüzün, Bozkır tarafındaki korusunu geçtikten sonra, “Taştekne’nin” berisindeki dar, uzun çayırlıklarda millet harman kaldırırdı.
Uzunlamasına, ve sıra sıra...
Tam da harman zamanı bu sıra.
Yer gök insandı Ora.
İğne atsan yer yoktu.
Ve benim geçeceğim yaya yolun üzeriydi.
Uzunlamasına, baştan sona…
Dediğim gibi, ağlayacağım ama ağlayamıyorum!
O harmancıları da geçip, selamete çıkmam gerek…
Neyse.
Varıyorum Ora’ya…
Başlıyorum harmancıların yanından bir, bir geçmeye…
Hiç kimsenin yüzüne bakmıyorum.
Kimseye de aldırış etmiyorum.
Sadece koşar gibi hızla ilerliyorum.
İçim dolu… Yağmur gibi yağacağım; az ilerileri gözetliyorum!
Ama harmancılar rahat durmuyorlar?
Her biri bana ayrı bir laf atıyor.
Akıllarınca benimle dalga geçiyorlar…
Belki haset ediyor, belki de halime üzülüyorlar…
Bilmiyorum.
Doğrusunu bir Allah: bir kendileri biliyorlar.
“Meymet…!
Başın açık ulaoonn! Güneş çarpacak!
İmtihanda nasıl cevap vereceksin? Falan filan…” diyorlar.
Aslında bunların tutumu dana da bozuyor moralimi. Ama kimseye seslenmiyorum!
Bilmezler sanmayın; bilirler…. Köyün içinde bir sinek uçsa herkesin anında haberi olur o uçuştan! Aynen böyledir ortam. Ve her şeyi bilirler. Ama işlerine geldiği gibi bilirler!
Dediğim gibi yüzlerine hiç bakmadan, bir tek kelime etmeden harmancıları geçiyorum; Taştakne’yi de... Ora’dan sonra başlayan karşı yokuşu da tırmanıyorum hızla. Maksadım, harmancıların beni göremeyeceği yerlere erişeyim bir an önce.
Ve, kan ter içindeyim; koşuyorum.
Karşı yokuşu tırmanıp tepeyi de aşıyorum. Hızımı alamayıp bir vadi daha geçiyorum. Böylece “Kömürlük” dediğimiz mevkiiye geliyorum. İşte orada dayanamıyor, kuytu bir yere, kıbleye karşı, secde misali kapanıyor, dakikalarca ağlıyorum. Yalvarıyorum Allah’a ve O’ndan yardım diliyorum.
Yaşımın 11 olduğunu da biliyorum!
Biraz soluklanıp manevi güç devşirdikten sonra kendime geliyor, yola devam ediyorum. Hızlı gitmem gerekiyor. İleride Öğretmenim ve yanında sınava götürdüğü yeğeni Şaban var. Onlara yetişmeliyim. Bir an önce hem de. yollarda oyalanmak olmaz. Hızlı gitmeliyim.
Bu, “Kömürlük” dediğimiz yer “Bir vadi daha geçtim!” dediğim vadinin karşı tepesi. Bozkır’dan tarafa doğru, bize komşu yerleşim yeri olan Hisarlık Köyü ile Bizim Köy’ün sınır çizgisinin bulunduğu yer. Ora’dan sonra bir başka vadiye eğiliyoruz; “İlbiz Deresi’ne”…
Ben yeniden koşmaya başlıyorum iniş aşağıya. Biraz sonra varıyorum Ora’ya. Ve tam bir saatlik yaya yol yürümüş oluyorum böylece.
Ora’da “İlbiz Deresindeki Çeşme” denilen bir su vardır. Az da olsa akar oluğundan şırıl şırıl, yaz kış.
Oluk’a vardığımda ne kadar susadığımı hissediyorum, yaz sıcağında perperişan koşmaklıklarla…
Çok terliyim ama. Adeta kan revan içinde. Bu halde su içilmemesi gerektiğini bildiğim halde dayanamıyorum. Kana kana içiyorum o sudan. Bir şey olmaz diye düşünüyorum ayrıca. Bu arada bir de elimi yüzümü yıkayıp yokuş yukarı revam ediyorum yola. Doğruca Hisarlık Korusu’na. Hem de hızlı hızlı.
Daha da terliyorum bu arada. Tam Hisarlık Korusu’na girildik yerdeki tepeye vardığımda kendimi kötü hissediyorum. Gidişime göre yolun sağ kenarında bir ardıç ağıcının gölgesinde duruyorum. Bakıyorum ki gidecek halde değilim. Ağacın gölgesindeki yerli kayaların üzerine uzanıyorum. Ondan sonrasını hatırlamıyorum.
Doğrusu, uyudum mu yoksa bayıldım mı bilemiyorum. Kendime geldiğim zaman baktım ki vakit ikindi olmuş. Ağacın gölgesi de beni terk etmiş.
Telaşla doğruluyorum yerimden. Öyle ya: geç kaldım! Ne zaman yetişeceğim ben Ali Öğretmenlere?
Bir de bakıyorum; Bozkır taraftan bir adam geliyor eşekli. Yaya yoldan yani. Hemen O’na soruyorum: “Önüne, Bozkır tarafa giden bir çocukla bir adam denk geldi mi? diye “Eşekleri var yani…?” Ali Öğretmenimle Şaban’ı soruyorum yani.
“Karşılaştık; gördüm!” diyor adam; “Kavakların Yanı’nda”.
Söyle bir tasarlıyorum kafamda? “Kavakların Yanı” denilen dinlenme yeri ile benim aram yarım saatlik yaya yol. Ve orası yolun tam yarısı. Bu durumda onlarla benim aramda 1 saatlik yol var anlayacağınız. İşin bir başka tarafı da Bozkıra varmak için onların 1,5 benimse 2,5 saatlik yaya yolum var. Bilmem ki yetişebilir miyim arkalarından?
“Yetişirsin; yetişirsin! Davran Mehmet! Hızlı ol. Koşar adım; marş, marş!”
Bu sese uyuyorum hızla yola devam ediyorum. Koşaraktan!
Ve bir solukta “Kavakların Yanı’na” varıyorum. Ora’ya varmazdan az önce, “Kanlı Oluk” denilen bir yer vardır. İşte o “Kanlı Oluk’tan” sonrası ciplerin de gidebileceği yoldur çoklukla. Daha doğrusu yaya yol ile bu tarz yol yaklaşık birbirlerini takip ederler.
“Kavakların Yanı’ndaki” olukların birinden yeniden su içiyor, hiç oyalanmadan yola revan oluyorum.
Tam arada bir cip, “harrr…” diye, Bozkır istikametinden gelip gelmek te olduğum yol istikametine doğru geçiyor. Ben onunla falan ilgilenmiyorum. Hızla yoluma devam ediyorum. Belli ki Işıklar yahut Hisarlık’a yolcu götürüyor. Belki de Bizim Köy’e… benim neyime gerek? Sen sağ, ben selamet; yola devam Mehmet!
Bu arada, yaya yarım saat mesafedeki Yazdamı Köyü’ne varıyorum bir koşuda. Soluk soluğayım fakat. Kan ter içindeyim yine. Vakit ikindiyi çoktan geçti; neredeyse akşam olacak.
O Köy’ün çıkışında ve gidişe göre yolun sağ tarafında, yani Köy’den tarafta büyükçe bir kabristan vardır. Şöyle 50-100 metre kadar ilerinde de küçükten bir başka mezarlık. Ben tam ikisinin arasındayım ki arkamdan bir cip sesi duyuldu. Belli ki, “Kavakların Yanı’nda” karşımda gelen cip bu defa geri dönüyordu Bozkır’a.
Bu ara ben Küçük mezarlığın kenarına vardım ki sesinden anladığım kadarıyla cip bana yetişti. Haliyle yollar dar ve toprak. El emeğiyle yapılan yollardan…! Kenara çekilip bekledim ben. Kabristanın dış duvarına doğru.
Cip, geçip gitsin diye yol verip beklerken, bir de ne göreyim? “Harrr….” Cip önümde durdu.
Alnında “Onbaşı” yazan bir cip vardı Bozkır’da o sıralar. Köye gelmişliği vardır; bilirim. Baktım o cip. Adam nerelidir; kimdir bilmem...
Ben gidişe göre yolun sağ yanındayım. Arabaların yolcu tarafında yani.
Adam, sanırım uzanarak cipin benden tarafa gelen kapısını açtı. Bana dönerek, kesin bir ifadeyle “Bin!” dedi.
“Olmaz…! Binmem!” dedim ben!?
Adam da şaşırdı! “Nedenmiş o” dedi.
“Cipe verilecek param yok benim!” ...
“Helâk olmuşsun Ulan! Senden para mı isteyen var sanki? Bin ulan şuraya!” dedi.
Bindim ben de.
“Bozkır’a değil mi?” diye sordu. Başımla tasdikledim.
Sonra, Adam sordu ben anlattım; Sınav için gitmekte olduğumu falan.
Başkaca detaya girmedim.
Adam döndü bana:
“Ulan” dedi, “Yarın bu imtihanı sen kazanırsın vallahi de bu günler asla aklına gelmez?”
Bilmem ki; gerçekten unutsam da gelmese mi idi?
Yine de ben unutmamayı tercih ederdim mutlaka!
Neyse:
Devam ettik yola.
Bozkır - Konya karayolu çok yakın ora.
Ve az sonra girdik O yol’a
Az ilerideki Türbeleri geçtikten sonra;
“Naldöken Yokuşu’ndan” sallandık aşağıya.
Biraz ilerleyince sağ yanımız “Kızılseki”…
Kırmızı toprağı bol bir düzlük.
Araba yolu “Kızılseki’nin” güneyinden geçse de yaya yolu tam ortasından geçer direkt.
Ve tam orta yerinde bir sarnıç!
Sarnıcın oralarda birkaç ahlat ve alıç…
Güzel bir dinlenme yeri.
Yaya olarak Bozkır’a 35 - 40 dakika mesafede bir yer
Cip ile geçerken yoldan; oralar takılıyor gözlerime.
Dedemle gelip gittiğimiz yaya yollar
Başında dinlendiğimiz sarnıç ve alıç…
O günler geliyor aklıma.
*****************
Aslında “Bozkır Pazarı’na” gitmek isteyen köylülerimiz, gece saat: 01.00 civarlarında uyanarak yola çıkarlar, Cuma sabahı erkenden inerlerdi Ora’ya.
Dedem, o yıllarda yaşlı olduğu için bu tempoya uyamazdı.
O, Perşembe günü ikindi üzerinden çıkardı yola.
Yükünde, satılacak üzüm pekmez her ne ola.
Akşam saatlerinde işte bu gördüğüm sarnıca gelirdik.
Eşeğimizin yükünü Alıç ağacının dibine indirirdik.
Orada namazını kılardı Dedem, azığımızı yerdik.
Eşeğimizi alıca bağlar, biz de yanında yatardık.
Sabah namazından az erken kalkardık.
Dedem yine Sabah Namazını kılar, hemen yola çıkardık.
“Kızılseki’yi” geçtiğimiz gibi, Akyokuş’tan dimdik aşağıya, yaya yoldan sarkardık... Araba yolu ise kıvrım kıvrım inerdi Bozkır’a ve kurulu olduğu o yemyeşil vadiye…
Daha gün doğmadan. Bozkır’ın Cuma Pazarı’nda yerimizi alır, satacağımız şeyleri açardık.
Bu arada eşek garajı da vardı pazara yakın. Gider oraya eşeğimizi de bir park yapardık.
Başına da saman torbasını bağlardık!
Kafam dalmış bu hayallere…
Bir de baktım ki…?
Çarşamba Çayı’nın o yemyeşil vadisi ve bu vadideki yeşil Bozkır göründü. Ortalık bin bir çiçek, nane, yarpuz, reyhan kokularına büründü…
Dere Kasabası’ndan yukarıya, Çağlayan (Çat) ve Sorkun ile ilerideki “Sarıot ve Sülek Yaylalarından”, “Dipsiz Göl’ün” düdenlerinden, Orta Toroslar’ın o serin dağlarından kaynayıp gelen güzelim Çarşamba… Yamaçları üzüm bağları, elma, erik, ceviz, şeftali, badem, kayısı, türlü bir meyve ve orman ağaçları… Vadisinde bağlık, bahçelik yemyeşil bir mekanda, tam Çarşamba Çayı’nın üzerinde Bozkır… Sarı saçlı, yeşil-mavi gözlü Bozkır uşakları… “Görenlerin karısını terk ettiği “Müslüme”, “sevmelere kıyılamayan “Ayşe Gelinleri…” Ve “Aslan Mustafaları”…
İşte o şirin Bozkır…! “Suyu sert, insanı mert” dedikleri o güzel Bozkır!
Evet; “Bozkır” dedikleri o küçük, o şirin kasaba”…
“Severlerken güzeli, gelmeyen hesaba”…
Yollar “Aslan Mustafa’ya” bırakılıp, Bozkırlının kenardan geçtiği…
“Kendisi ağılar içerken, “Mustafa’ya” balların sunulduğu” O küçük ve şirin kasaba…
Adını stepten değil, Ora’da yaşayan oymaktan alan Bozkır…
“Düşmanı “Boz!” ve “Kır!”” anlamındaki fillerden isimlenen Bozkır…
****************
İşte bunları aklımda geçirirken de kıvrım kıvrım araba yolunu dolanmış inmişiz vadiye… Varmışız bir solukta Bozkır’a…Tam da girişe…
Bir de ne göreyim?
Girişteki yaya yol ile araba yolunun kavuştuğu yerde, bizim Ali Öğretmenler de giriyorlar Bozkır’a. Günde inmede, akşam guruba doğru…
Onlar beni göremeseler de ben onları gördüm. Biz geçip gittik tabii. Olsundu. Bulurdum ben onları.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder