Yediğim İlk Tokat:
Sabah kalkılmış “Gederet Düzeni” dedikleri yerde bir tarlalarına gidilecekti. Ot işlenmeye… Yol hayli uzundu. En azından bana göre uzundu. Ben zaten hem küçük, hem çelimsiz, hem de gönülsüzdüm bu yollara ve ortama! Üstelik böyle her gün dağa bayıra gitmeye alışık da değildim öyle yayan yapıldak.
Yola çıktıktan 10-15 dakika sonra, başlıyorum onların ifadesiyle eziyete. Anneme habıç olmak istiyorum. Sırtına almasını beni yani… Fakat O pek oralı olmuyor… Bu arada evlendiği adamın burnu da “fışır fışır” zaten! “Yürüüü….” diyorlar bana “yürü”. Hepsi ve her ikisi de yani…
Anam ısrarıma dayanmayıp nihayet sırtına alıyor beni… Alıyor ama, o da ne? Şiddetli ve hışım gibi bir tokat geliyor bana! Yuvarlıyor beni, yerdeki toza dumana…
Bravo… Bravo vallahi; adam koruyor karısını (!) Vallahi billâhi(!)… Anlaşıldı; sağlam ellerde Anam (!)
Ve benim ısrarım bitiyor artık. Anlıyorum Hanya’yı Konya’yı…!
Yaya gidiyorum artık ondan sonrayı…
Gerçi bu tokat bana çok şey öğretse de ben eşek haddalmamış, defalarca yemişimdir o tokattan. O tokadın manevilerinden hem de… Üstelik de en ağırlarını aynı adamdan. Hem de hayatımı kaydırırcasına… Ana ve bir sıcaklık aramışlıklarımın arasında. Ve zaafında…
Anam doğrusu üzüldüyse de pek belli etmedi. Hatta bana o da kızdı. “Gördün mü?” der gibilerinden… Yeniden sırtına almaya teşebbüs falan da etmedi. Gerçi bu konunun muhabbetini sonradan birkaç kez duydum Anamın ağzından:
“Bu tokadın çok ağrına gittiğini, hiç unutamadığını, hatta o adamı daha o gün terk etmeyi düşündüğünü falan filan…” diye. Başkalarına anlatırken ama... Belki doğrudur yine. "Belki" demek ne kelime? Muhakkak doğrudur! Ben O’nun zihnine girmiş değilim ki. Ben ancak kendi algıladığımı bilirim. Ne var ki benim algılarım da benim için önemli! Öyle değil mi?
Dediğim gibi, Anam böyle anlatsa da benzer konulardaki tavrı esasen hep yukarıda anlattığım gibi olmuştur. Anlattıkları doğruysa bile (ki doğrudur) dışa vurumu yapılmayan içsel bir tepkidir yani. O’nun tavrının dışa vurumunu hep bana yönelen bir öfke olarak algıladım oysa ben… Özellikle de O Adam’ın sağlığında…. Aynen o gün olduğu gibice!
Gerçi anladığım kadarıyla bu evliliğin Annemin hayatını da kaydırmış olduğunu söyleyebilirim kısaca burada. Ve benim de ayrıca. Ama bu konulara girmek istemiyorum bu aşamada.
Ancak şu kadarını belirtmeden geçemeyeceğim yine de:
Anlattığım bu gidişende; sanki bir evim ve ailem yok da ortada kalmışım gibi davranıp, bunu “çocuğuna sahiplenmek” olarak düşünüp, yangından mal kaçırırcasına ve gitmekte olduğu yerin şartlarını, oraya uyumunun nasıl olacağı ile neticelerini, bırakın benim açımdan hesaplamayı, kendi açısından dahi tam olarak bilmediği bir ortama beni de yanında taşıyarak, hayatımın geri kalan kısmını oldukça olumsuz etkiyecek, anlatmakta olduğum tarz derin yaralar almış olmama neden olması elbette büyük bir hataydı.
Üstelik de başta, yanında bulunduğum insanların iznini almayı bırakın, beni de kandırmak suretiyle yani! Mübarek, götürecek olsan bile beni yanında, git evvela kendi işlerini bir düzene koy öyle mi? Ondan sonra düşün bunları.
Bu konuyu fazlaca uzatmak istemiyorum; esasen kendisini bu vb. konularda hiçbir zaman suçlamadım. Suçlamıyordum da. Durumu onun içinde bulunduğu şartlara, gençliğine ve tecrübesizliğine, o sıralardaki bilinçsizliğine, kendi iç dünyasındaki yalnızlığına ve çaresizliğine, veriyorum.
Öyle ya:
1 yaşındayken babasını, 21 yaşındayken ağabeyini kaybetmişti. Kendisinden yaşça oldukça büyük, ana ayrı ağabey ve ablalarıyla, yine birçoğu kendinden büyük sayısız yeğeninin hışmını yaşamıştı. Ve yaşıyordu. Hatta anlatımına göre, çocukluğunda yengesinden dahi çok eziyet görmüştü. Tutunacak bir dala ihtiyacı vardı.
Babamla olan ve boşanma kesinleşene dek toplamada 9 yıla dayanan, kişilik çatışmaları, uyumsuzluklar ve hayata dair karşılanmayan beklentileriyle dolu evliliği de yıpratmıştı O’nu. Ve babamı denk görmemişti kendisine. O daha “herif” bir adam isterdi yani. Ve buldu işte; “herif” gibi adamı(!) Hem de akıllı ve bilgili olanı.
Ki, gerçekten de akıl alabileceği kimsesi yoktu.
Bunalmışlıkları çoktu.
Bin düşünür; içinden çıkamaz, alır kendini, bir vururdu yere!
En olmadık bir şey yapardı yine!
Çık bakalım çıkabilirsen, işin içinden hele?
*****************
Beni bir almaya gelen de yok Köy’den! Esasen bu husus aklıma dahi gelmiyor. Çünkü o yaşta bile ben, sadece Allah’a yalvarıyorum. Tek O’ndan diliyorum. Ama buna kullar da vesile değil miydi? Her neyse, belki zaman yetmemişti. Belki işler olacağa doğru akıyordu. O’nun plânı bambaşkaydı; kim bilir!?.
Şimdi düşünüyorum da velayetim anamda imiş meğer. Dedem demek bunu biliyordu. Hem O “herif” adamdı. Kalkarsa geri durmazdı yapacağı işten... Demek O’nun da bir bildiği vardı. Yine ben bilmiyordum! Halâ bilmiyorum!
Ne var ki, çok özlemiştim Dedemi! Hem de Hanife Ebemi…! Üstelik kendi Köyümü…
Söz Dedemin “herifliğinden” açılmışken, yine O’nun ortama uygunluğundan, uygulama alanı bulurluğundan ve uygulanışından bir örnek vermek arzu ediyorum burada.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder