21 Aralık 2011 Çarşamba

26-Ali’nin Babası Saat Çalar mı Hiç?

Ali’nin Babası Saat Çalar mı Hiç?

Okuldaki sınavların 3. ve son günüydü. O gün bizler de alınacaktık mülâkata. Sonuçlar da açıklanacaktı aynı gün.
Sabah tam saatinde, “Yeni Bina’nın” önündeydik hep birlikte. Durlaz’da oda arkadaşlığımız yaptığımız Ali ile Babası vardı yanımızda.

Ali’yi de, Babasına da  daha eski yıllardan tanırım ben. Kınık’lıydı Onlar. Bozkır’ın Kınık Köyü’nden! Fakir köylülerin daha bir fakirlerindendiler. Yalnız cana yakın, efendi temiz ve dürüst bir aileydiler. Bilirim; birkaç kez gitmişliğim vardır evlerine.
Ali bizim öküzlerimizi güttü birkaç sene.
Kınık Köyü’nde!
Kınık Köyü tüzel kişiliği Dedemin kadim ahbabıydı. Hiç kimsenin değil ama bizim öküzlerimiz o köyde güdülürdü o yıllarda. Dedeme sözleri vardı. Ancak uygun bir çocuk bulunur, o çocuğa o zaman için öküz başına 30- 40 lira verilir, o çocuk da öküzlerimizi bir ay civarında güderdi.
Takribi 10-20 Haziran – 10-20 temmuz civarlarında. O dönem bizlerde ekin biçim dönemiydi. Köyde iş haddinden çok, ve o aralıkta öküz güdülecek arazimiz pek yoktu. O tarih gelene dek ben kendim gütsem de onları, o dönem için hep Kınık’ta bulunurdu öküzlerimiz. Ora’da güdülürdü.
Kınık Bizim Köy’ün kuzeyinde ve yaklaşık bize yaya 3 saat mesafedeydi. “Tepearasının Ardı” yada Bizim Kuzeydoğumuzdaki en yakın komşu köyümüz olan Taşbaşı üzerinden gidilirdi Kınık’a.
“Teperasınının Ardından” gitme konusu genellikle yaya ama yalnız gittiğimizde tercih ettiğimiz daha kestirme bir yol idi. Tarla bağ ve bahçelerin arasından geçer, şipşirindi. Ancak öküzleri götürüp getirmek gerektiğinde Taşbaşı üzeri tercih edilmeliydi. Ben bu yolun ikisini de bilirdim. Dedemle çok gidip geldim O’nun sağlığında.
Taşbaşı’na vardığımızda oradaki ahbaplarına, özellikle de “Kerimin Hacı” rahmetliye sürekli misafir olur hatırını sorardık. Oradan tepeye doğru, “Dedeler Mevkii’ne” varırdık. Ormanların arasında “Soğuk Oluk’a”, ulaşırdık. Sonrası çayır – çimen, kırık dökük obaları ve yukarıdan aşağı, sıra sıra oluklarıyla “Kınık Yaylası”… Ora’dan da “Kınık Korusu” içinden geçerdik “Ver elini”;  Kınık yapardık…

Dedem hastalandıktan sonra hep ben götürüp getirdim öküzlerimizi Kınık’a. Ara yoklamalarına ben gidip geldim.
Ali’yi, babasını ve ailesini işte bu dönemlerden tanırım. O yıla gelmezden önceki iki yıl Ali güttü öküzlerimizi
Akıllı çocuktu Ali. Bir de efendi...
O da kazanmıştı yazılı sınavı ve hep birlikteydik İvriz İlköğretmen Okulu’nun o yılki mülâkat sınavlarında.
Okul’da yapılmakta olan mülâkatı kendimin kazanacağımdan emin olmasam bile Ali’nin kazanacağına kesin olarak inanıyordum. Kendim Kazanamasam dahi Ali’nin bu durumuna seviniyor, adeta teselli oluyordum.
Öyle ya: “Ya sen de, ya seni sevende olmalıydı.”  Ellerde ve uzaklarda olandan ne fayda vardı bize? Öyleyse, yanımızda ve yakınımızdaki kimselerin varlığına sevinmeliydik; haset etmeli değil.

İşte böyle, sıranın bizlere gelmesini beklediğimiz bir sırada iki adam geldi ileriden hışım gibi yanımıza. Ali’nin Babası’nı işaret ediyorlardı doğruca. “Hah, bulduk; işte bu adam!” diyorlardı aralarında.
Merak ettik. Ancak Ali’nin Babası’nda bet beniz kalmamıştı. Surat bir tuhaf… Hattâ korkup heyecanlanmıştı. O sakin, güler yüzlü dürüst,  sevecen ve vakur adam kaybolmuştu.
O iki kişi geldi. Ali’nin babası’nı aralarına aldılar. “Lavabolardaki o adam sendin değil mi dediler. “Hık, mık!” ettiyse de O diğerleri dinmediler.
 “Evet, o adam sendin! Orada bizim çocuğun saati kayboldu; çıkar ceplerine bakacağız!” dediler. Garibin Adam itiraz ettiyse de fazlaca direnemedi. Adamlar Ali’ babasının cebinden bir saat çıkardılar ortaya.
Alinin Babası’nın yüzü kıpkırmızı ve hali perişan…! Fakirlik var fakirlik…! Bir saatçiğin dahi ışıltı altında ezen bir fakirlik. Belli ki şeytana uymuştu Koskoca Adam. Olacak şey miydi bu be adam?
Hepimiz şaşırmıştık.
Şaşakalmıştık.
Ali’nin Babası saat çalar mıydı hiç? Ama olmuştu nasılsa.   
Vallahi dünyam yıkıldı. Ve ciğerlerim söküldü. Ali’nin babasının o haline.
Canım; af diye bir şey vardı.
Ama bizim insanımız bazen aftaki muzafferiyatı görmez, vatan kurtarmış komutan edasıyla cezalandırmaya giderdi bu tarz insanları.

            ***************

Saat deyip geçmeyin yine de:
Çok önemli bir değerdi kol saati o yıllarda. Birçoğu parasal olarak başı iyice sıkışınca başvuracağı mali bir güç olarak bakardı saate.
Ayrıca kola takılı en güzel bir aksesuar…
Kol saatleri kurmalıydı genellikle. Yine de pek pahalıydı o yıllarda.
Bildiğim kadarıyla “Hıslon” ve “Nacar” marka saatler vardı. Belki de bunlar en tutulanlarıydı.
Daha sonraki yıllarda “SEIKO-5” ve “ORIANT” marka, kurmasız otomatik saatler çıktı. Yurda kaçak girdiği yerlerde 750 lira civarında olsalar da içerilere girildiğinde fiyatı neredeyse 2.000 - 2.500 lirayı bulan saatlerdi.

Ve öyle herkes alamazdı saat maat!
Yalvar yakar oldum da;
Öğretmen Okulu’nun ta 5. sınıfındayken alıverdi babam bana saati.
Hatta Analığımdan da gizli.
Bugün gibi hatırlıyorum 115 lira para verdi babam ona. “Hıslon” marka güzel bir saatti. Sarım nereden baksan 7-8 amele yevmiyesi gitti Babamın. O gariban, güzel Babamın!
Bakın siz kıymete ve değere…

Bana alıverdiği zamanlarda henüz kendinde bile yoktu saat…
Hattâ ne radyo, ne pikap…
Köylülerin türkü saatlerinde, “Bizim radyomuz var!” der gibilerinden övünçlerini de beraberinde sergilemek için sesini sonuna dek açıp, sessin erişebildiği yerlerde bulunan herkese dinlettikleri o eski model radyolardan…
Gerek bataryalı, gerekse pilli olanlarından…
Hani o Avrupa malı “PHILIPS” ve “GRUNDIG” olanlarından…

İlk radyoyu ilk maaşımla aldım ben. “STANDART” marka küçücük bir şey… Ama her yeri çekerdi mübarek… Sesi fazla bağıramasa da…
Tam 650 lira verdim ona…
Köy’e getirdiğimde cama koydurdu, bir bağırttırdı onu Analığım ama…!?
Demek, ellerin bağırtıp da bizim bağırtamadığımız ne kadar gücüne gidermiş ya!?
Hiç kimsenin yanında eksikli ve mahcup etmesin Rabbim Analığımı…
Hem burada, hem cennetinde inşallah…

            ****************

Doğrusu nasıl oldu pek bilmiyorum; iş okul idaresine intikal ettirildi.
Onlar da hem Ali’yi Hem Babası’nı derhal uzaklaştırdılar Okul’dan. Böylesi bir adamın oğlundan da hayır gelmezmiş güya!?
Yazıklar olsun be sizin gibi eğitimcilere…
Sen polis misin; jandarma mi be mübarek? Yoksa eğitimci mi?
Hem söyler misin bana; O Çocuğun suçu ne?
Neden oynuyorsun istikbaliyle?
“Böyle bir davranışa hak ve yetkileri var mı?” diyeceksiniz okul yönetimimin?
Yok ama, var!
Buyurgan devletin uzantısı bu!
Herkes kral.
Demokrasi gelişimi falan masal.
Ali’ye sınav kazandırıp kazandırmamak onların yetkisinde değil mi sanki?
Kazandırmazlar; o da olur biter!
Kadı kim?
Vay benim gariban ülkem!

Bir içim yandı ki sormayın! Moral tepetaklak... Tam da mülakata gireceğimiz saatlerde... Kaynar sular boşandı üzerimden.
Gitti Ali’cik…
Şuncağızların gidişi ve üzüntüleri gitmez gözlerimin önünden!
Kimselere bir şey diyemediler. Arlarına boğulup gittiler.
Eh; şeytanın işi.

Okul hayatı nedeniyle ben uzak kaldım onlardan. Ancak Babam sürdürdü ilişkisini.
O’ndan duyduğum kadarıyla o fakir adam,  ne yapıp etmiş, okutmuştu Ali’yi. Hem de sonuna dek. Varını yoğunu koyarak ortaya... Yaptığı hatanın bedelini Ali’ye ödetmemek için Ali’ye. Bravo; bravo yine de. Beni yanılmadı Ali’nin Babası.
Böylesine davrananlar utansın kısacası.

Ancak Ali’nin Babası tuhafıma gitmişti o günlerde yine de.
“Yahu koskocaman adamsın Mübarek. Çoluk değil, çocuk değilsin. İnsan bir an gaflete kapılır da uyar mı şeytana?” diyerek.
“Hadi çocukluğumuzda bizler yaptık neyse. Yaptık ve uslandık. Çocukluğumuzda gerçi yine çocuğuz; yaşımız 11 ama yaptığımızda daha da çocuktuk. Bu işi biz bile bıraktık.”  Gibilerinden düşündüm.
Ancak şimdi o yaştakilerin de böyle bir gaflete düşebileceğini düşünüyorum artık. Öyle ya; hepimiz insanız. Yanılmadık kul olmaz. Bakın Telafi etti adam hatasını elinden geldiğince.

Çocukluğumuzda yaptık dedim de:
Nasıl olduğunu burada anlatmam sanırım uygun olacak!

Hayatta bu alanda iki tecrübem oldu; ikisi de başarısızlıkla sonuçlandı.
Bunlardan ilki İlkokul 1. sınıftan 2. sınıfa geçtiğimiz yılın yazında oldu.  Dedemle Bozkır’a gidişlerimizden birisiydi.
Pazar yükümüzü yıktık. Eşeğimizi parka çektik. Dedem satışa başladı. Ben de Şöyle bir gezmek dolaşmaya çıktım pazarın içine. Bir de ne göreyim tezgahlardan birisinin üzerinde güzel görünümlü salatalıklar yığılı.
Öyle bir canım çekti ki sormayın. Adamdan isteyemedim. Dedeme de söylemedim. Cepte zaten para yok bir tanecik alamadım. Ama içim gidiyor salatalıklara. Bir tanecik yesem yeter.
Tezgahın etrafında bir tur atıyorum. Ortalık kalabalık ama ben kararımı veriyorum. Bir tane alacağım oradan. Ama nasıl?
Devekuşu tarzında!
Ne tezgâha, ne salatalıklara, ne de adamlara bakıyorum. Sırtımı tezgâha dönüp, gözlerimi yumuyorum. Sanki görmemesi gereken benim. Salak şey! Canım; ben ne bileyim!
Arkama doğru uzatıp elimi, bir tanesini yakalıyorum salatalıklardan.
Tam çekip alıyorum ki bir el yakalıyor elimi.
Açıyorum gözlerimi?
Tezgâh sahibi. Bakıyor bana ve yarı sert gülüyor.
“Ulan çocuk” diyor, “Bu böyle çalınmaz, bari iste şunu. Madem aldın, aldın… Al hadi,bu aldığın senin olsun. Ama sakın bir daha yapma bunu!”diyor.
Ben çok utanıyorum. Salatalığı yerine bırakıyorum. Hızla oradan uzaklaşıyorum.
Bu işi Dedeme de söylemiyorum, kimseye de…

İkincisi ise:
Aynı yılın güzünde, okullar açılınca Mustafa Emmimin beni Konya’ya götürmesi esnasında ve Konya’da oldu.
O sıralar "Üzüm Pazarı" denilen bir yere götürdü Emmim beni. Daha doğrusu yanında, yedeğinde. Ben O'nu tanımasam da sanırım yanına gittiğimiz o Adam, aklımın ermesinden çok daha önceleri Bizim Köy'den göçme birisiydi. Sanıyorum "Emir Ali" derlerdi O'na. Emir Ali ERKAN yani. Anası bizlerdendi. Bizim Altıparmakgillerden... Sanırım Amcam akrabalaşmak adına Ora'daydı. Belki bir başka işi vardı? Bunu bilmiyorum. Ancak Mustafa Emmim, hısım akraba hatırını çok sayardı... 
Pazar'ın tam orta yerindeydik. Çuval, çuval kuru üzümler, teneke teneke ballar ve pekmezler ile daha çok bu tarz şeyler vardı orada. Toptan işi. Bizim üzerine oturduklarımız ise yer fıstığı çuvallarıydı. Kabuklu. Daha önce yiyip yemediğimi hatırlamıyorum onlardan. Ancak canım çok çekti yine.
“Ne yapayım ne edeyim?” derken; çuvalların azını buldum gidererekten. Tırnaklarımla teyel dikişlerini gevşetip araladım bacaklarımın arasından. Gözüm mal sahibinde ama bu defa. Tecrübem var ne de olsa! Zorla bir tanesini çıkarttım çuvalından
Aaaa.!  Göz göze gelmeyelim mi Emmimle?
Meğer O, beni gözlemede.
Sertçe baktı bana; seslenmedi ama.
Hemen çuvalın içine soktum o çıkarttığımı geri.
Mal sahibi fark etmeden he mi?
Emmim döndü mal sahibine:
“Çuvaldan azıcık tartmasını” istedi.
Çoğunu önüme koydu. Birkaç da kendi aldı.
Yedim afiyetle onu.
Ancak bu girişimim artık son oldu.
Ey Allah’ım nimetlerinden bol bol fıstık da ikram et Mustafa Emmime orada...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder