21 Aralık 2011 Çarşamba

13-“Çektiğimiz Acılar Dipten Gelir Emmi”

“Çektiğimiz  Acılar Dipten Gelir Emmi”

Evet; “kader” dedim de…
Dediğim gibi, size birisinden küçük bir kıssa anlatayım burada izninizle.

Birisi dediğime bakmayın. Bizden birisi O.
Adı Hatice.
“Kulaklının Hatıca” da derler kendisine, “Lütfü Karısı” da.
Yine bu ikinci sanı O pek beğenmez sanıyorum. Çünkü Kocasından bir hayli çekti aklınca. Belki kocası da O’ndan.
Ben detay bilmiyorum bu konuda. Yalnız bildiğim şudur ki: Üzüntülerle bir hayli yıprandı bu hayatta. Fakat yine de dik duruşunu sürdürmektedir her zaman olduğu gibi zannımca.
Kendisi Anne tarafından akrabamız olur. Benim de baba tarafımdan yani. Bu nedenle de gördüğü zaman bana “emmi” diye hitap eder.
Sağ olsun. Onurlandırır beni. Kendisi yaşça benden biraz büyük olsa da bu hitabı, bana verdiği bir payedir aslında.
Çünkü burada güdülen gayret yaş değil kadir kıymettir.
Bu tarz hitaplar vardır Anadolu’nun birçok yerinde. Baba taraf akrabalar birbirlerine, karşısında büyük olsun, küçük olsun “amca” yahut “emmi” diye hitap eder mesela. Bu hitap “amcazade” veya “emmioğlu” demekten çok daha geniş kapsamlı bir hitaptır anlayacağınız.

Sadede gelelim biz:
Beni her gördüğü yerde bana:
“Bu çektiklerimiz hep kökten (dipten) gelir emmi!” der. “Geçmişlerin kusurlarının cezasını çekeriz biz….” Ve anlatır; anlatır…
Kapsamı ve bakış açısı itibariyle yerden göğe kadar haklıdır aslında.
Ben de söylerim hep, “Dün olmasaydı bugün olmazdı!” yahut “Bugün dünün üzerine binadır!” diye. Benzer şeyleri kast ederim yani.
Evet bir bakıma geçmişimizin, hatta ırak geçmişimizin kusurlarının ceremeleriniz çekmekteyizdir bazen.
Ne var ki bu bir ceza olmayıp yazgıdır bizim açımızdan; kadersel bir yazgı.
Çünkü oralara dahletme olanağımız yoktur. Tesir eder gelir bu geçmiş bizim hayatımıza. Genler değil, olay ve olgulardır bunlar. Aldıkları kararlar ve uygulamalarıdır hayata dair.
Hattâ bazen bunlar, çok ağır ve onulmaz olarak etkilerler geleceğimizi. Nice çabamız kurtarıp kotarmaya yetmez başımızda o istenmedik işi. Çünkü ta uçurumların dibinden, nice eksilerle başlamak zorunda kalmışızdır hayata…
Ancak yine de bu sözlerimiz geçmişlerimizi suçlamak anlamında değildir. Biraz teselli, biraz işi anlama, algılama, ona göre geleceğe yön ve yol verme çabasıdır belki. Ders alma… Ve aşamadığımız kadere rıza… Bir türlü da savunu… ve, vesaire…
Bu vesileyle hatırlatmak isterim ki:
Hepimiz birbirimize emanetiz. Ana babamız., özellikle yaşlılıklarında bize emanettirler. Ve çocuklar da… Onlar da emanet edilenlerdendir bize. Allah’ın bir emaneti. Onlar bizlerin değil, Allah’ın birer kuludurlar. İstikballeri vardır… Onların bize karşı sorumlulukları elbet kendilerine ait olan bir yüktür. Kendileri bilirler bir bakıma. Kendilerine malik oldukları zaman yani. Lakin bizim onlara karşı olan sorumluluklarımız daha bir hassastır. Özellikle âti bakımından.
Dolayısıyla çocuklarımızı kendimizin olarak göremeyiz. Onları geleceğe dair yönlendirir, yol açar, yahut kaparken kendi çıkarlarımızı ön planda tutamayız; tutmamalıyız! Bu hata çoğu insan tarafından yapılmaktadır maalesef. Çocuklar da rıza gösterebilmektedir buna. Özellikle ergen oldukları halde. Oysa her iki tarafın da hakkı yoktur buna.
Dinsel açıdan da yol yoktur bu tarz şeylere.
Dolayısıyla “Cennetin anaların ayakları altında olma” olgusu, anmakta olduğum bu husustan ayrıktır. Peygamber efendimizin bu güzel sözü, ne hiçbir ebeveyni, ne de hiçbir evladı yanıltmasın. Ana - babanın evlat üzerinde hakları varsa da, evlatların da ana baba üzerinde hakları vardır.
Bahsini ettiğim bu hak ülkemizde pek de nazara alınmamaktadır ne yazık ki!
Dolayısıyla hiçbir ana baba, kendisine emanet edilen kullar / çocukları üzerinde, bizzat kendi öz canlarına ait çıkarlarına göre, yani çocukların çıkarları hilafına girişimlerde bulunmamalıdırlar. Buna kimsenin hakkı yoktur.
Gücün yetmemesi, şartların elvermemesi, bilememe, akıl erdirememe, vb. durumlar elbet bu söylediklerimden müstesnadır.

Yine bu konuda son söz olarak söylemek isterim ki:
“Ana - babalar, çocukları üzerinde, ana - babalık haklarını icra ederlerken, kendi çıkarlarını öne alarak, sırf bunlar uğruna onlara ait hayatların olumsuz yana yön değiştirmesine yol veremezler; neden olup, yol açamazlar!”

Yine de Rabbim, fena bildiğimiz birçok şeyden nice iyilik ve güzellikler bahşeder, iyi ve güzel bellediğimiz nicelerinden de sayısız olumsuzluklar yaratırsa da bizler izin, bu durum istisnadır aslında. Ve işlemekte olduğumuz konuya dair değildir çokça. Genellikle O’nun sünnetullahı, düzenin kurallarına göre işlemesine fazla dahletmemekten, kulun eylem ve iradesini onaylayıp varlık alemine çıkarmaktan yanadır. Durum budur. Öyleyse yukarıda andığımız tür davranışlar esasen “Cennetin anaların ayakları altında olması” olgusuna kesinkes aykırıdır. Bu olgu daha ziyade ebeveynin güçten düşerek evlâda muhtaç olduğu dönemlerle ilgili olsa gerektir. Bu nokta onlara “of” bile dememek” şeklinde belirecek bir hizmet ile hürmettedir. Bu ise evlâdın üzerine vazifedir!
Buradaki aykırılığı ve konunun gerçek anlamını zamanında bilememek, fark edememek, şahsen bana çok pahalıya mal olmuştur. Salaklığımla birleşen bu cehalet, ancak acı acı tecrübeleri yaşadıktan sonra gitmiştir. O da bir nebze…
Bu bakımdan, eğriyi doğruyu göstermenin, gösterilmenin önemi çoktur bu hayatta. Doğrusu ben hayat için önemli olan pek çok şeyi, acı acı tecrübe ederek öğrenmek zorunda kalmışımdır. Bu yön itibariyle de tekrar etmek isterim ki:
“Ne mutlu, kendilerine hayata dair güzel yolları gösterenleri bulanlara. Sadece önerip, zorlamayanlara… Maddi manevi baskı uygulamayanlara… Ne mutlu bu yolları gösterenlere, gösterebilenlere…”
Elbet bahsini ettiklerimin hayattan kopuk boş kitabi bilgiler olmadıklarını hepiniz biliyorsunuz!

Burada konumuzla bağlantılı olarak normal aile düzeni içinde olanlara birkaç cümlem olacaktır burada:
“Ey tipik, yani normal aile düzenin mensupları!
Durumunuza sevinin, şükredin ama sakın böbürlenmeyin! Atipik, parçalanmış aile ve bireylerini kınayıp kendinize paye çıkarmayın! İçinde bulunulan durumu tamamen kendinizden, kendi iyilik, güzellik ve başarınızdan sanmayın! Karşınızdakilerin durumlarını, onların fenalıklarına vermeyin!… Ve onları kınamayın! Sorgulayın ama yargılamayın. Hele hele asla mahkum etmeyin:! Sadece anlayın!
Sözünüzün nereye gidip geldiğine de dikkat edin!
İyi bakın kendinize; bir çoğunuz yapmayın dediklerimi yapmaktasınız maalesef. Üstelik de herkes kendi aynasına iyi baksın. Başkasının gözündeki mertekle uğraşacak yerde kendi gözündeki saman çöpüyle ilgilensin.
Eğer saman çöpüyse…  Yani asıl mertek, kendindeki değilse…”

            ********************

Bu işe“kader” dese de anam, az evvel de kısaca andığım gibi, çok şey kaybetti aslında hayatından. Zannımca hiç huzur bulmadı. Rahat yüzü görmedi. Sürekli savaştı durdu. Her şeyle, ama her şeyle… Şartları geçin; kendiyle bile… Ne emekler heba etmedi, nice umutlar…? Beni de, beni de bile…?
Olmaya çalıştı durdu. Aklına gelen her çareye başvurdu. Her gittiği yere bir bina, bir bağ, bir bahçe dikip, bin bir emek ve bir ömür verdi. Zaman, zaman düştü savruldu, Zaman, zaman oldukça şaştı şaşırdı. Ama hep kaybetti. Aslında mali olarak da hayli zengin bir kadındı. Ama hepsini kaybetti, hayatını da. Çok çalıştı, çok çabaladı… Yemeye gelince azıcık bir şey tüketti; kıt kanaat onu da! Ve halâ öyle.
Anamın mali durumunun o sıralar bir hayli iyi olduğunu söylesem de bu durum elbette  kendi çevre köylerimiz ölçeğindeydi. Gerçi O yıllarda dışa / şehre ve başkaca yerlere göç pek fazla değildi. Henüz başlamıştı.
Bizlerde çalışma bol, gelir az olsa da tarla takka pek kıymetliydi o sıralar. İyi Para ediyordu doğrusu.
Nitekim anlatmakta olduğum günlerden 1 - 2 yıl sonra uhdesindeki tarlaların bir haylisini sattı Anam. Zamanın parasıyla 45 - 50 bin lira civarında peşin para olduğunu söylerlerdi yanlarında.
Bu Parayla İzmir-Torbalı Ayrancılar’a göç etmişlerdi. Şimdilerde 30 bin nüfuslu bir belde olan o zamanın köyü içinden, yani yerleşim yerinin orta göbeğinden 4 dönüm şeftali bahçesi almışlar, içine de bir ev yapmışlardı.
“Artan parasıyla Torbalı Ovası’ndan 400-500 dönüm tarla alabileceğini” söylerdi anam. Ben gidip görmedim o zaman oraları. Lakin o yıllardaki mali durumunun ölçütü buydu. Bu maddi varlığın tümünü heba etmişti bu çırpınışları arazsında. Sair çalışmaları da boşa çıkmıştı. Ve kimselere yar olmamıştı bunlar. Maddeten ve manen.
Yanında iş bilir, din ve diyanet bilir, akıllı ve bilgili bir adam vardı çünkü. Adıyla sanıyla Mahmut Efendiydi O. Birazını anlattığım Anama ait bu tarz zaaflardan, zaman zamanki O’nun bunalmışlıklarından yararlanmayı hep iyi bildi bu Mahmut Efendi. Anlatmakta olduğum Kocası yani. Zeytin yağı gibi sürekli üstüne çıktı işlerin… “Siyaset” derdi bunlara; kurduğu planlara, oyun ve tuzaklara… “Dünya siyaset üzerine dönüyor!” deyip deyip, bir de övünürdü mübarek bu yaptıklarıyla…
Eh…! Hakkını verelim: Akıllı adamdı.
Biraz da mektep medrese görüp, mürekkep yalamış bir adam....
Rüştiye (Zamının Ortaokulu) terkti. Bununla da övünürdü. Hem Rüştiye’de  okumuşluğu, hem de terk etmişliği ile…
Terk etmişti; öyle ya: Gavur icadı, fen bilimleri okunmaya başlanmış, buna ise anası razı olmamıştı. O da anasının rızasını tahsil etmişti.
Keşke ben etmeseydim! Ah keşke…! Salaklığıma doymayayım. Zaten her zaman, salaklık derecesinde saf bir yanım olmuştur benim. Hayatımı, kendimi, yapabileceklerimi harcatan çok azına razı olmama sağlayan bir yanım…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder