21 Aralık 2011 Çarşamba

22-Sınavdayız:

Sınavdayız:

Sınav yerinin önünde gördüm bizim köyden gelen diğer iki çocuğu da. Birisi kursa giden O arkadaş; Süleyman! Diğeri de bizden bir yıl önce İlkokulu bitirmiş olan ve O’nun amcasının oğlu Mehmet Ali. Babaları var yanlarında. İki de Öğretmen bizim köylü. İkisini de pek bilmem; uzaktan tanırım halâ. Hattâ varlık ve kimliklerini bilirim sadece.  
Bu öğretmenler bu iki arkadaş için torpil yapmaya gelmişler Bozkır’a. Sınava giren gözetmenler aracılığıyla. Ve vızır vızır, onu bunu görmeye çabalayıp duruyorlar akılları sıra. Ben pek ilgilenmedim yine de onlarla.
Geçtim sırama, beklemeye durdum beni çağırmalarını.
Sabahki oturumda ilk gireceğimiz sınav Türkçe ağılıklı sözel sınavdı. Hadi bakalım hayırlısı…
Önce onları çağırdılar içeri. Şaban da dahil, Bizim Köyden gelen üç çocuk ayrı bir dershane odasına girdiler. Ben daha sonra, ayrı…
Bunun o torpil girişimleriyle alakası olabileceğini ta o an düşündüm. Ama önemi yoktu benim için. Benim de Allah’ım vardı aklımda. Ve kendime de güveniyordum kendimce.
Neyse; girdik içeriye!
Önce sınavda kullanacağımız özel cevap kağıtlarımızı verdiler.

Verdiler ama 25 kuruşumuzu aldılar.
Eh; ancak sorun var!
25 kuruş da öğleden sonraki sınav kağıdı için alacaklarmış anlayacağınız.
Eksildi mi parada bir 25’lik daha?
Bu da ayrı bir kaygı, ayrı bir tasa!
Ama o meseleyi düşünmüyorum artık.
Bir çaresine bakacağız nasılsa.

Cevap kağıtlarındaki isim yazılacak yerlere adımızı ve künyemizi yazdık. Zamklı yerlerini ısladık ve kıvırarak yapıştırdık. Artık kağıtların sahipleri görünmez oldu.
Daha sonra gözetmen Öğretmenler sarı bir zarf getirip hepimize gösterdiler. “Bakınız; bu soru zarfıdır. Gördüğünüz gibi kapalı ve mühürlüdür. Gözlerinizin önünde açıyoruz!” dediler. Bu mühür Bozkır’da vurulamazdı gibi sanki.
Aman canım; bu kadar da kuşkucu olma yani!
Alem sahtekar mı sanki?
Uzatmayalım. Açtılar zarfı. Sınıftaki karatahtanın az bir bölümüne yazdılar soruları. Bu arada bizim de yazmamızı emir buyurdular. Ve yazdık.
Bu ara içlerinde biri: “Çocuklar” dedi. Biz bu sınavı Bozkır’ın çocukları kazansın istiyoruz. O nedenle de cevabını hepinize yaptıracağız. İşte tahta. Buraya tüm soruların cevaplarını yazıyoruz. Herkes buradan kendi kağıdına geçirsin. Bu arada yine de takıldığınız bir husus olursa bizlere sorun, gereken açıklamayı yanlarınıza gelir yaparız.” dedi.
Başladılar yazmaya cevaplarını.
“Allah, Allah…!? Bu ne iş? Peki, ya sınıfa başkaca gelip giden? Ama olsun, demek hepsi haberli…?”
Fakat toplu kopya? Aklımın ucundan bile geçmiyor o. Bilmiyorum öyle şeyler. Belki de kağıtlar birbirine karışacak, ayrı ayrı öğretmenler okuyacak ve fark edemeyecekti toplu kopyayı. Kim bilir? Benim aklım ermez fazlasına.
Cevapların neredeyse tamamını biliyordum ben! Tahtaya yazılan  cevaplara şöyle bir göz attım; çoğu doğruysa da arada yanlışlar da vardı. Hatta bazı cevaplar temelli yanlıştı.
Hayret! Bunda bir iş vardı!?
Acaba ne olabilir di?
Bu arada gözetmen öğretmenler, bazı çocukların tepelerine tünemişlerdi. Arada safça çağıran başka çocuklara da gidiyorlardı. Özellikle birkaç çocuğun başındaydılar ama.
Ha…!
Anladım ki bu adamlar torpil yapıyordu. Hem de şeytanın bile aklına gelmeyecek cinsten. “Herkese yardım ederiz!” ayağıyla şunların yaptığına bakın. Milletin çocuğuna eğri büğrü şeyler yazdırıyorlardı. Onları çağırsan ne olacak da. Seni daha da yanıltacakları aşikardı. Asıl yardımı kime ediyor idiyseler onlara rahat yardım etme çabasındaydı onlar.
Durumu görmüş, anlamıştım. Yapacağım bir tek şey vardı. Kimseyle ilgilenmeden kendi bildiğim cevapları, yine kendi bildiğimce yazmak kağıdıma. Nitekim öyle yaptım.
Süre bitti. Cevap kağıdımı onlara verdim, ve çıktım.
Çıkınca bizimkiler önce kendi çocuklarını sorguladılar durum ve verdikleri cevaplar hakkında. Duyduklarından pek hoşnut görmedim yüzlerini. Torpil çabalarının da sonuç vermediği anlaşılıyordu!
Bana da sordular. “doğru, yanlış” demeseler de, benim sözlerimden de pek hoşlanmadılar. Ancak hoşlanmamalarının nedeni sanırım haset olsa gerekti. Özellikle diğer o iki Öğretmenin. Ali Hocamdan kesinlikle böyle bir şey sezmedim ama.

Oradan ayrıldık ve hepimiz çarşıya geldik. Ben azığımı emanet bıraktığım bakkala gittiysem de  dükkanı kapatmıştı adamcağız. Kim bilir namaza mı gitti yoksa öğle yemeğine mi evine? Derdi benim azık mı elin adamının?
Öte bakkal bekle, beri bakkal bekle; yok bakkal. Gelmedi bir türlü.
Bu arada eski Hükümet Konağının önündeki Pazar Yeri’nin (Cumhuriyet Meydanı) çevresindeki dükkanların önünde şöyle bir kıvranıyorum.
Aaa. Bir de ne göreyim? Bizim Köy’den gelen 6 kişilik diğer grup, o zamanki pazar yerinin Çay tarafındaki bir lokantaya oturmuş bir şeyler yiyorlar iştahlı iştahlı. Kırmızımsı bir yemekle, beyaz bir şeyler var bir de… Yiyorlar önlerinde. Camekândan görüyorum… Onlar da görüyorlar. Öyle ya: Yönleri benden tarafa… Eski pazarın ortasındaki koca çınara doğru bakıyorlar. Hasılı, görüyorlar beni ama, çağırmıyorlar… Neylerine gerek…! Hem para da kıymetli hani? “Ulu orta saçılmaz ki” yani…(!?)
Sonradan öğrendim yediklerinin ne olduğunu? Salçalı köfte, pirinç pilavı ve sütlaçmış meğer! Bilmiyordum o sıralarda böyle şeyler…
Vallahi azığım dükkanda, sen de çok acıkmış idim. Ne diyeyim canım çok çekti doğrusu. Ancak daha sonraki yıllarda oturup aynı lokantada ben de yedim. O günlerin acısını bir güzel çıkardım.    

Derken öğleden sonraki matematik sınavına dair oturumun saati yaklaştı. Karnım da felâket acıktı. Midem kazınıyor. Sabahtan doğru dürüst bir şey yememişim zaten. Böyle de girilmez ki sınava. Aç durulmuyor sınav olmasa bile.
Bizim Bakkal halâ yok ortalarda. Çaresiz fırına gidiyorum. O zamanlar satılırdı; yarım ekmek alıyorum. Ne var ki 25 kuruş param da buraya gidiyor fazladan. Eksik tam 1 liraya çıkıyor. Ancak bunu düşünecek zaman yok. Bulacağız bir çare…
Sıcacık yarım pideyi alıyor, Bozkır’ın ortasından geçen Çarşamba Çayı’nın kenarına oturuyorum. Onu bir güzel afiyetle yiyorum. Gidip, bir musluğa ağzımı dayıyor, bir güzel de su içiyorum.
Sonra? Sonrası malum. Doğruca sınav yeri… Bozkır Cumhuriyet İlkokulu yani.

Sorunsuz ve benzer biçimde Matematik sınavını da atlattık.
Sınav çıkışı sorgulama, yine aynı terane!
Onların cevaplarını beğenmiyorlar, bana da burun kıvırıyorlar. Ancak yine aralarındaki konuşmalara kulak misafiri oluyorum uzaktan uzağa.
Diyorlar ki kendininkilere: “Yok; bunlar kazanamaz!” Ve beni işaret ediyorlar kaşları, gözleriyle: “Kazanırsa şu çocuk kazanır!” diyorlar. Onu da garantilemiyorlar. Neden garantileyemesinler, cevaplar ortada değil mi? Yoksa cevapları mı bilmiyorlar ki?
Canım, yine de belli mi olur?
Her neyse; tevekkel-tü teal-Allah = Tevekkül olalım bakalım; Allah neyler? Neylerse güzel eyler!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder