21 Aralık 2011 Çarşamba

24-Nihayet Haber Geliyor?

Nihayet Haber Geliyor?

Ve ekinlerimizi bitirip harmana davranıyoruz güzelce.
Kağnı, öküz, döven, atkı, yaba, toz duman…!
Hele o savrulan saman?
Kavrum, kavrum kavuran saman; ve saman tozu…

Köy’ün güneye bakan ve hemen önündeki ”Yazı’nın” orta yerinde, “Boz Belen’deki”  harman yerimizde kaldırıyoruz harmanı o sene. Bir tarafta Mustafa Emmim, bir tarafta biz...
Şevket Emmin, anlattığım o kavgadan beri gelmez Ora’ya. O, Köy Mezarlığı’nın üzerlerinde yeni bir harman ayarladı kendisine. Evine biraz uzakça olsa da.  Ora’da kaldırıyor harmanı.

Aslında çok zahmetli geçerdi harman mevsimleri?
Öyle ya, henüz patoz bile girmemiş köye!
Kağnılarla dağdan bayırdan sap (sürülmemiş ekin) getireceksin. Harmanda gün boyu döven tepesinde döneceksin. Bir yandan sürüp, bir yandan savuracaksın. Kollaya kollaya rüzgârları. Daha olmadı; savrulan samanları taşıyacaksın kağnıyla eve. Arpa, buğday, nohut mercimek. burçak ve sairlerini de.
Toz, dumana karışıyor vallahi.
Harman yerleri yakın birbirlerine; dizi dizi…
Hepimizin çalışması, etkiliyor hepimizi;
Ve her yönden birbirimizi..

Kimi sürmede, kimi savurmada, kimi kağnıda…
Herkes bir iş peşinde…
Arı gibi çalışmada..
Hepimiz hem de.
Çoluk çocuk bir de.
Gücü yeten, yettiğince…
Herkes birbirinden acelece!
Başkasından geri kalmak olmaz!
Millet hayvanı haşatı bırakıverir de;
Dağda yığın, harmanda saman haşat olur vallahi!

Arazilerimiz.dağlık taşlıktır. Yapılan her iş zordur köyde ve özellikle harmanda. Lakin kağnılarla sap getirmesi daha bir zordur. Daha bir riskli hem de.
Çoğunlukla geceden gideceksin dağa ekin yığının başına.
Döneceksin yüklediğin gibi kağnına yükü ki; sabah namazında harmanda olasın…
Bazen gündüz de gidiliyor tabi. İşin durumuna ve fırsatın olumuna göre.

Böyle bir fırsatta gittik o gün babamla sap (biçilmiş ekin) getirmeye. Bindik boş kağnıya. Doğruca tarlaya.
“Arakâhın Başı” denilen yerde bir tarlamız vardır bizim.
Adı üzerinde tam da tepenin başı. Babam o yıllarda satın almıştı orayı. Nice para ve emekle. 6-7 gün çift sürerdik o tarlada. Buna rağmen bir kağnıyı biraz aşkın ekin olurdu. O da bir seferde gelmezdi. Bizler de azar azar, iki sefer yapardık kağnı ile.
Zayıftı tarla yani.
Yine de tarla, genel olarak kıymetliydi o zamanlarda hani.

O gidişimizde sanırım güzel istifledim kağnıya yerdeki yığını. Ekin yığını hani? Öyle ya babam aşağıdan yaba ile uzatıyor; bende yerleştiriyordum geri çulunun içine.
Babam “yeter” dese de ben, “az da şuraya, az da buraya…” derken yerde bir kucak sap kaldı. Hepsi hepsi işte o kadardı!
Tuttuk onu da yükledik hasılı.
Tek seferde getireceğiz artık kocaman yığını!

Çıktık yola.
Babam kağnı çekiyor önde.
Daha doğrusu kağnıyı çeken öküzlerimizi yedeklemede; yol gösterip, kılavuzluk etmede… Bu işi de “çekmek” diyoruz biz.
Ben de kağnının kanatlarının yanındayım. Hem, gitmeleri için öküzlere “Hooo…” diyorum, hem de kağnının kanatlarından yükü dengeliyorum.
Nasıl mı?
Yollar taşlık, kayalık ya!?
Babam her ne kadar düzgün yerden geçirmeye çalışsa da öküzleri; yani yedeklerken önden onları.. Yine de kağnı tekerlerinde birisi bir çukura düşebileceği gibi, bir taş tümseğine de gelebiliyor. Bunlar ise kağnının bir tarafının yere doğru düşmesine, yahut havalara zıplayarak öbür tarafa kaymasına neden oluyor.  Bu düşüm ve zıplamalar fazla sert olursa kağnı devrilebiliyor. İşte o nedenle ben de kağnıyı destekliyorum ve dengeliyorum arkadan. Daha doğrusu kağnının kanatlarından.
Duruma göre bu işi; kâh kanada alttan destek verip kaldırarak, kâh kağnı kanadına kendi yükümü yükleyip, olanca gücümle onu aşağı asılmak suretiyle yapıyorum.

Nasıl…?
Beğendiniz mi işimi?
“Canım ne; cinim ne” idiyse…? (Etim, budum ne?)
Az buçuk savrulmalarda engel oluyorum yine de.
Ağır savrulmaları zaten kim zapt edebilir ki?

Durum bu iken, dikkatlice davranıp, kağnıyı tepeden düze indirmeyi başardık.  Başardık, kazasız belâsız.!
İndiğimiz yere “Arapırtı Koyağı” derler. Adından da anlaşılacağı üzere iki tepenin arasında bir koyaktır Ora’sı.
İşte Ora’yı da geçince, kağnılar için ana yol sayılan daha tehlikesiz bölgelere geleceğiz. Ki oraya da geldik mi iş tamamdır.
Ne var ki, “Arapıtı Koyağı’nın” oralarda bir oluk (su çeşme) vardır. “Kokar oluk” derler. İşte o “Kokar Oluk’un” önleri biraz taşlıktır. Oraları da atlatmamız lazım. Oralar tehlikelidir çok. Asıl orayı da geçersek sorun kalmaz bence.
Tam Oluk’un önünden geçiyoruz; ama o da ne?
Sanırım Babam öküzleri yederken biraz daha dikkatsiz davrandı.
Bir de ne göreyim?
Kağnının benden taraftaki tekeri bir taş tümseğine çarpıp havalanmakta! İş bu kadarla kalsa iyi; öbür taraftaki teker de büyükçe bir çukura düşmekte. İkisi de aynı anda.
Doğrusu büyük tehlike!
Çifte kavrulmuşundan hem de.

Babama, “Öte tarafa çek kağnıyı” demeye dahi fırsatım olmadan olacak oluverdi.
Bir taraftan Babamı uyarırken ben; diğer taraftan kağnının benden yandaki kanadına olanca yükümü verdim ve olanca gücümle asıldım!
Ama o da ne?
Kağnının yükü, ani ve güçlü bir hareketlenmeyle kağnıyı öbür tarafa savurmaktaydı. Değil ben; yirmi kişi olsa sahip olamazdı o kağnıya. Ve devrilmesine.
Baktım kanatlar beni öbür tarafa atacak. Ya bir taraflarımı kırıp sakat edecek, yahut da bir taşa çarpıp öldürecek beni. Derhal bıraktım kağnının kanadını. Ve zevkince devrildi kağnı!
Oh…! Şükür, becerdik işi.
Önledik çift gidiş gelişi.
Bir defa da getirdik yükü.
Doğrusu yükümüz bunca çok ve havaleli olmasa devrilemezdi o kağnı.
Kağnıyı esasen o havale devirdi.

Kağnının kırılan yerleri vardı bu arada.
Şükür hiç birimizde bir sorun yoktu ama.
Önce öküzleri, sonra da yükü ayırdık kağnıdan.
Ve kağnıyı da kaldırdık yattığı yerden.
Bereket yarası beresi azdı kağnının.
Tamiri de kolay!
Kırılan birkaç ağaç çivisi vardı sadece.
Onları da hallettik kendimiz kaza yerinde.
Önce kağnıyı kurduk, bir güzel yükledik sonra da…
Koştuk öküzleri, geldik doğruca harmana...
Ancak çok oyalanmış, vakti akşam etmiştik.
Analığımdan azar işitsek de; geçiştirmiştik.

Eh, böyle işte.
Harmanları da kaldırdık. Samanı taneleri eve doldurduk.
Ne doldurma ya…!?
Bin bir emek; bir avuç ekmek.
Elbet yetmez oda. Yetmez Ora’daki insanlara.

Harman sonu bir iş boşluğu oluşur köyde. Seyrekleşir hani biraz da! 20 gün - 1 ay civarında.
Üzüm serme ve bağ bozumlarına dek.

Erkek olarak gücü yeten her kim varsa;
Amelelik yapmaya giderler Konya’ya!
İşte bu boşluktan istifadeye…
Üç beş kuruş harçlık kazanmaya.
Tuz, gaz parası…! Gaz yağı yani.
Harcadım bitirdim ya hani(!)

Bağbozumlarının arkasında güz çiftleri gelir. Bu işler de bitince garip köylülerim, “Kış Aydını” dedikleri çalışmaya giderlerdi. Kök sökmeye. Ege’nin köylülerine ormandan tarla açmaya, açıvermeye yani. Devletin ormanına sahip çıkmadığı zamanlarda…
Bu arada bazı uyanıklar çıktı kendisine açtı ama.

Harman sonu işler azalır. Çoluk çocuk bizler, öküz, oğlak güderdik ekin biçilen yerlerde. Biraz da görülen başkaca işleri yapardık.

İşte bu sıralardı.
Gününü hatırlamıyorum, ancak o yılın harman sonuydu.
Sanırım Eylül ayı girmese de yakındı. Belki de ilk günleriydi.
Vakit bir ikindi sonu; akşam yaklaşıyordu.
Babam yoktu.
Çalışmaya gitmişti Konya’ya…
Ameleliğe… İnşaat işçiliğine yani.

Bir de ne göreyim…?!
Analığım bana doğru geliyor büyük bir telaş ve heyecanla.
“Müjdeme altın isterim ben!”
Dirseklerini gösteriyor; “Buralara kadar bilezik isterim”, Ereğil’i kazanmışsın Ulan Ereğil’i” diyor.
Gerçekten, O da seviniyor....
Yani görüntü öyle!
Yine de bilemem! Kim bilir?
Belki içten sevindi; belki sevinir göründü!?
Belki halin icabını oynadı, belki de düşündüğü bir başka şey vardı!?
Belki başka bir hesap yapıtı; bilemem!?
Ama sevinirmiş gibi davrandı.
Ben ve işim için yardıma kıvrandı.
Bir tavır değişikliği, kesinlikle ortadaydı!
İçimden çok sevinsem de dışa fazla bir şey vuramadım ben.
Diyorum ki sadece: “Allah razı olsun senden, O’ndan, sizden ve bu müjdeyi getirenden!”

Gidip Hanife Ebemle paylaşıyorum sadece. Çok seviniyor O da.
Dedim ya; “Sinek uçsa, herkes anında bilir köylerde!” diye.
Bu da duyulmuş tabii de. Ve beni kutlayanlar oldu. Haset edenler de.
Sağ olsun kutlayanlar, çatlasın haset edenler…

            ***************

Meğer “davar yatağında” duymuş Analığım. Hem de listede adımı bizzat gören kişinin ağzından…!
Sanırım bu adam “Kınıklının Süleyman” dediğimiz Süleyman Demir olsa gerekti. Bakınız, kazananlar listede adımı nasıl görmüş bu adam? Bunu anlatayım ancak öncelikle şu “davar yatağı” konusunu birazcık açayım:

Her evde ortalama 3-5 kıl keçisi ve 1-2 kara koyun bulunurdu bizlerde. Biraz azı, yahut fazlası… Bunları herkes kendi başına gütmez (otlatmaz), her mahalle kendi arasında ortaklaşırdı. Böylece her mahalleden 1 veya 2 sürü oluşurdu. Bu sürülere “davar”, yada “davar sürüsü” denilirdi. Nitekim, saydığım küçükbaş hayvanların, özellikle kıl keçilerinin de genel adıydı bu “davar...”
Bu sürüler, hayvan sahiplerinin kendi aralarında oluşturdukları bir sırayla güdülürdü. Bu sıraya veya sırası gelen kimsenin davar güdeceği güne “keşik” denirdi. “Davar keşiği…” Keşik, güdüm gün sayısı herkesin hayvan sayına göre değişir, her sıra gelişinde kimisi 1, kimisi 2 güderdi. Bazıları da ilk seferinde 1 gün, diğer seferinde 2 gün güder, kimileri de sıra sektirirdi.
Bu sürüler kış ve bahar aylarıyla yaz mevsiminin ilk dönemlerinde mera ve korularda güdülürdü. Akşamları köye döner, herkesin koyun ve keçileri yolu bilir, kendi evlerine dağılırlardı. Bu mevsimlerde sütlerinin hepsi sağılmaz, bir kısmı da oğlak ve kuzulara bırakılırdı…
Harman aralığı ve sonuna gelindiğinde davarlar artık evlere gelmez, “yatıya” kaldırıldı. Bu iş için davar köye ikindi vaktinde topluca getirilir, her mahallede bulunan “davar yatağı” dediğimiz, yeri yıllar öncesinden belirlenik bir alana yatırılırdı. Sütleri burada sağılır, oğlak ve kuzularla buluşturulmazlardı. Böylece onlar da sütten kesilmiş olurlardı.
Bu davar yataklarından birisi bizim güney mahallenin tam aşıtındaki “Güneyinardı” dediğimiz yerdeydi. Öbür mahallenin ki ise Köyün Bozkır istikametine çıkışında bulunan, köylünün toplama ve sohbet yeri; “Karakütük’ün” az arkası idi.
Davar yatağında sütleri sağılan hayvanlar keşik sahipleri tarafından kaldırılır, tekrar güdülmeye ve “yatıya” götürülürdü. Ortalık kararıp yatsı tavları olunca da yatırılırdı. Bunu “yatı” denilirdi. Davar keşik sahibinin dilediği bir tarlaya yatırılırdı… Çoklukla herkes kendi tarlasına yani… bu işe ve bu “yatıya”, “davar vurma” denilir, bu yoldan tarlalar gübrelenmiş olurdu.
Anlayacağınız her şey bir güzel değerlendirilirdi!
İşte böylesi bir günde, davar yatağında yapılan sağım sırasında duymuştu Okul’u kazandığıma dair haberi Analığım!
Ve bakın nasıldı olay…?

            *******************

Babamın asıl adı “Nurali’dir” ancak nüfus kütüğünde “Durali” yazar. Benimle sınava giden Süleyman’ın babasının adı da Durali’dir hem kütükte hem aslında. “Terzi Durali” derler O’na Bizim Köy’de. Bu Terzi Durali akıllı ve uyanık bir adamdır aslında. Sanırım Ortaokul mezunu olmalı. Belki de tam bitiremedi ve terk… Bilemem orasını. Okutan olmadığı için kendisini, bir ukde olarak kalmış okumak içinde… Ve elinden gelen her şeyi yaptı çocuklarını okutmak için…

“Terzi Durali”nin” de bir Mehmet’i vardı benimle akran olan Süleyman’ın dışında. Bu Mehmet bizlerden 2-3 yaş büyüktü. Konya İmam-Hatip Okulu’nda parasız yatılı olarak okurdu o sıralar. Böyle olunca, “Duralinin Meymet” lakabını ta ben doğmazdan evvel kapmış, bana bırakmamıştı. Anıldığımızda kimliğimiz karışmasın diye bana da annemin “Zehra” biçimindeki adına atfen “Züfranın Meymet” demeye başlamışlardı. Her neyse…?
Kınıklının Süleyman Bozkır’a gidiyormuş. Terzi Durali O’ndan İvriz’in yazılı sınavlarının açıklanıp açıklanmadığını, açıklandıysa kendi oğlu Süleyman’ın kazanıp kazanmadığını öğrenip kendisine haber vermesini istemiş. Sıkı sıkıya da tembihlemiş. “Kazandı” haberi için kendisine büyük bir müjde vereceğini” de söylemiş.
Adam doğruca Bozkır İlköğretim Müdürlüğüne gidip sormuş. Açıklandığını ve listenin kendi binalarına ait giriş kapısında asılı olduğunu söylemişler. Adam, kazanan çocukların köylerine bakmış öncelikle listedeki son sıraya... Derken “Yelbeği” yazısını görmüş önce. Peşinden bir geride ki baba adını...  Baksa ki o da “Durali”… Heyecanlanıp hemen yürümüş oradan…
“Tamam…! Terzi Durali’nin oğlu kazanmış…!” Öyle düşünmüş çünkü önce! Öyle ya; Köyümüzde babama “Durali” değil, “Nurali” derler. Aklına gelmemiş o an kütükte Babamın adının da “Durali” yazdığı.
Gelip müjdeyi hemen verecek Terzi Durali’ye!
Fakat bir an aklına yukarıda anlattığım durum gelmiş. Ayrıca sınavca benim de girmiş bulunduğumu hatırlamış. Kazananın hangimiz olduğu konusunda tereddüde girmiş. Malum ya; kazanan çocuğun adına bakmamıştı bile. Geriye dönüp buna da bakmış. Baksa ki orada yazan isim bana aitmiş…!?
Gitti muştuluğu tabii…
Yine de gelip Analığıma haber vermiş durumu…
Allah hem O’nu, hem de Analığımı müjdeler içinde bıraksın emi…! 

            ***************

Mülâkatlar yakındı. 3 - 5  gün içinde gidilecekti Ereğli’ye.
Derhal babama haber salındı. Müjde verildi. Halin icabı aktarıldı. Hemen köye dönmesi istendi.
Bu arada ben, annemi de görmek istedim. Durumu bildirmek ayrıca.
Babam gelene dek 1 - 2 günlüğüne Gederet ‘e gittim böylece.
       
Durumu anlatıyorum güzelce…
Lakin duyduklarına pek memnun görünmüyor Anam.
“Okuyamazsın Ora’da!” diyor anam! “Senin kimsen yok!”
Anlatıyorum: Ve “Kimseye ihtiyacım yok benim! Beni devlet okutacak!” diyorum. Pek anladığı yok gibi davranıyor Anam. Yine de biliyor olmalı meseleyi ancak yine de öyle davranıyor… Bilemiyorum doğrusu….
“Sana cep harçlığı lazım; onu kim yollayacak? Ben seni tornacıya verecektim meslek öğrenesin falan”  dese de işin üzerinde fazla durmuyor. Kocası Mahmut Efendi ise lafa pek karışmıyor…
Hem belli değil mi kimin vereceği şu üç kuruşluk cep harçlığını… Yine de yokluk işte…
“Hadi hayırlısı falan…” diyor, bense Köy’üme dönüyorum. O an itibariyle Anamın sevinip sevinmediğini pek anlayamıyorum.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder