21 Aralık 2011 Çarşamba

1-Giriş:

Giriş:

Anısal roman tarzıyla ele aldığım bu çalışmadaki anlatıların hepsi gerçekliktir. Ne var ki bu gerçeklikler kendi açımdan olmakla kendi hissiyatıma tercümandırlar.
Bu anlatılarımda kesinlikle bizzat kendimizi yahut anılarımızı anlatmak, anlatılan şartlardan şahsımıza paye çıkarmak yahut yakınmak gibi gayeler güdülmemiştir. Tam aksine, 1960’lı yılların mümkün olduğunca bir çocuk gözüyle anlatımında aranılan şeyler:
-Belgesel mahiyetteki bir kısım bilgileri,
-Bu anlatıda herkesin kendi iç dünyasında bulabileceği bir kısım olgu, duygu, yaşanmışlık ve düşünceleri,
-Her yeni günün, dünün şartları üzerine bina olunduğu biçimdeki gerçeği;
-Konu edinilin günlerin şartları ile günümüz sorunları arasındaki bağları,
-Buradan hareketle ülke yönetiminde oluşan aksamaları,
-Hangi yön itibariyle olursa olsun, işin tam zamanını doğruca tesbit ederek konunun gereğini yapabilmenin önemini,
-Bu anlamda;
--Tam zamanında yapılan iş yahut yardımın netice almak bakımında kesin etkili olduğu ile uygulama kolaylığını;
--Bunun gibi fırsatlar geçirildikten, özellikle tehlikeli durumlarda yapılmayan iş yahut yardımlar nedeniyle gidişat uçuruma yuvarlandıktan sonra başkaca fırsatlar çıksa bile, hem neticenin temini bakımından hedefe aranılan ölçüde varılamayacağı, hem de çare arayışlarına dönük uygulamaların zorluğunu, hattâ boşunalığını,
-Toplumumuzda giderek yaygınlaşan parçalanmış aile yapısındaki ilişkileri, bu ilişkilerin güç yönlerini ve oluşan güçlüklerin daha kolay giderilmesine dair sezileri,
-Olayların geçtiği yerleri, Buraların sosyokültürel coğrafi ve ekonomik yapılarını,
-Ve benzerleri gözler önüne sermek, yorumları ise mümkün olduğunca okuyucuya bırakmak olmuştur.

Umarım bu vb. hedefleri yakalayabilmişimdir.
Anlatırken içten ve dürüst davranabilmişimdir?
İçine yeterince duyguları da katabilmişimdir?
Bunları akıcı bil dille, yalın bir şekilde yansıtabilmişimdir?

Ancak yine de bir sır vereyim mi sizlere?
Bu kitabı yazarken çoğu yerde  hem duygulandım, hem duyarlandım…

2-1960’lı Yıllarda Okullaşma:

1960’lı Yıllarda Okullaşma:

1960’lı yıllarda ülkemizde okullaşma şimdiki kadar yaygın değildi. Ve, Lise bitirmek o yıllarda çok önemli bir eğitim öğretim almışlığı ve ciddi kariyerlerin giriş kapısıydı. Verdikleri eğitim de zaten, günümüz Üniversitelerinden pek üstündü. Kaldı ki Üniversite birkaç ilde buluyordu sadece! Bırakın üniversiteyi; bazı büyük ilçelerde bulunsa bile, Lisesi bile olmayan il bir hayliceydi. Eh, Ortaokul da birçok ilçemizde mevcuttu. Durum bu olunca, bir ilkokulu dahi bulunmayan köy sayısı da oldukça fazlaydı. Olanlardan bazıları donanımlı olsa da birçoğu yetersizdi. Birleşik sınıf, tek öğretmen, ve saire… Hattâ bazılarının temelleri iyi atılmamış, oldum olası verimsizdi. Yetersiz ve yeteneksiz eğitmenlerle öğretmenlerin, işin bilincine ermemiş insanların ellerinde… 

1940’lı yılların başında “Hasan Âli YÜCEL” ve “TONGUÇ BABA’nın” önderliğinde hızla kurulup geliştirilmeye çalışılan o yatılı ve üretken “Köy Enstitüleri” de dumura uğratılmaya başlanılmıştı zaten. Ve “İlköğretmen Okullarına” dönüştürülerek işlevsizleştirme yoluna girilmişti çoktan.

Okullaşma anlattığım biçimde olunca, ister istemez aileler her çocuğu okullara yönlendirmezlerdi. Hattâ öğretmenler de… Boşuna emek verilmesin, hem emek, hem çocuk heba olmasın diye bir mesleğe yönlendirilirdi. Kaldı ki kavruk insanların yaşamakta olduğu Anadolu’mun o güzel köylülerinin zaten böylesi bir değeri oralara aktarabilmek gibi mali bir güçleri de yoktu. Yani İlçe merkezlerinde bir odacık olsun ev tutarak çocuğunu Ortaokulda okutabilecek aile sayısı gayet azdı. Bu iş, yapabilenlere bile büyük bir külfetti. Ortaokul bitirtilse dahi Lisede çocuk okutmak adeta olanaksız gibi bir şeydi. Okumak da öyleydi elbet!
Anlattığım bu durum karşısında günümüz devlet parasız yatılı okulları benzeri O bildik Köy Enstitüsü kökenli İlköğretmen Okulları pek bir revaçtaydı o yıllarda köy çocukları için yine de. Öyle ya; kazabilene okumak ve bir meslek sahibi olmak garanti gibi bir şeydi. Ancak onların sayıları da yeterli değildi elbet! Bu tarz okullardan bazıları 2 hatta 3 - 4 İlin köy çocuklarına hitap ediyordu. Diğer bir ifadeyle 3 - 4 İle ait köy çocuklarının okuma şansı sadece ve sadece bu okullardı.
Bizim çevrede de Konya - Ereğli'de bulanan ve evveli "İvriz Köy Enstitüsü" olan "İvriz İlköğretmen Okulu" aynı misyon da ve pek bir meşhurdu. Gerçi işin ilerisini gerisini, sağını solunu bilenimiz de pek yok idiyse de bildiğimiz bu; ve bu okulda okuyup öğretmen Olmaktı.
 Yukarıda anlattığım şartlar öylesine ağır ve dayatıcıydı ki, son andığım bu okulların sınavlarına köyünün İlkokulunu bitiren her çocuk başvurmaz, sadece kazanacağı ümit edilenlere şans tanınırdı!

 

3-Köyümüzün Okulu Ve Çatak Üniversitesi:

Köyümüzün Okulu Ve Çatak Üniversitesi:

İşte böylesi bir ortamda girdim ben de Köyümün İlkokuluna! Konya-Bozkır-Yelbeyi Köyü İlkokulu’na… Okulumuzda genellikle vekil yahut stajyer iki öğretmen ile Okulumuzun kurucu ve adeta sahibi, Rahmetli Eğitmenimiz Abdurrahman GÖKER bulunurdu.
Bir de yine eğitmenizin yeğeni ve köyümüzün kadrolu ilk Öğretmeni Rahmetli Ali İhsan Hocam! Çok sağlam atmışlardı Okulumuzun temellerini.
Rahmetli Ali İhsan GÖKER Hocamı çok az bilirim ben. Hatta Okulumuzda öğretmenlik yaptığına aklım ermez. Ne var ki Eğitmenimiz çalışamaz olup emekli olana dek de sürdürdü bu gayretini. Ve çok başarılı bir eğitim öğretim hayatı oldu O’nun döneminde Okulumuzun. Buradan anlaşılacağı üzere, okula gelen öğretmenler üzerinde de sürerdi bu anlamdaki otoritesi. Köylü ve çocukların üzerinde de…! 
Köyümüz için Mustafa Kemal gibi bir adamdı. Ve bu nedenle biz kendisine sadece ”Eğitmen” desek de Okuluna “Çatak Üniversitesi” deriz. Çünkü böbürlenmeyi sevmezdi O.
Yıl 1961… Rahmetli Eğitmenimin önünde okudum ilkokul 1. sınıfı. Kendisini rahmetle yad ederken yine kendisinden çok yaralandığımı, okulunun adeta bir üniversite gibi iş ve işlev gördüğünü belirtmek isterim. Kendisinden sayıları saymayı, okumayı ve yazmayı, hatta dört işlemin temellerini öğrendikten sonra 2 ve 3. sınıfı birleşik sınıf halinde, Köyümüze vekil Öğretmen olarak gönderilen, Bozkır-Aslantaş’lı Mustafa ŞAHİN adındaki, Ortaokul mezunu, o yıllarda gencecik bir çocuk olan, elleri öpülesi Öğretmenimden de çok şey öğrendim elbet. Müfredat ne ise yani…
4. sınıfa geldiğimizde köyümüzde öğretmen eksikliği vardı. Bir müddet öğretmensiz kaldıysak da aslen ilkokul öğretmeni, ancak daha sonra zamanın Eğitim Enstitülerinden birisini bitirerek Ortaokul ve Liselerde öğretmenlik yapma hakkı kazanmış ancak atanmasını bekleyen köylümüz Ali ASLAN Hocam okuttu bizi o yıl. 4. ve 5 sınıflar bir arada olacak şekilde… Elbet programı bizlere o da uyguladı ancak ondan daha ziyade dinsel konudaki bilgilerimin temellerini edindim. Kendisine bu açı itibariyle özellikle müteşekkirim!
25 kişilik bir öğrenci grubuyla 5. sınıfa geldiğimizde, yine 25 kişi civarındaki 4. sınıflarla birleşik olarak köyümüze yeni atanan Konya Ereğli’den Suat YENİTÜRK adlı öğretmenimizin karşısında ve ellerindeydik artık. Kendisi mükemmel bir öğretmendir. Sinmiştir üzerine bu vasıf adeta. Daha sonraki yıllarda avukatlık, noterlik falan yatıysa da bu vasıf onu asla terk etmemiştir! Hasılı Ondan çok şey öğrendim temel bilgiler adına. Ve hala da o günlere dayanır bunlar.
Köyümüzdeki İlkokulun yetkinliği mutlaka fark ettiniz. Durum böyle olunca, yukarıda anlattığım Köy Enstitüsü kökenli okullardan birisi olan ve Konya Ereğli’ye 14 km. mesafedeki İvriz İlköğretmen Okulu’na, Ora’nın sınavlarını kazanarak giden çok olmuştur eski yıllarda Köyümüz İlkokulu mezunlarından.
Ne var ki son yıllarda nüfusa bağlı olarak başvurular artmış, pek bir gidilemez olmuştur bu okula. Son gidebilmiş olan Eğitmenimiz Küçük oğlu Kemal GÖKER Hocamdı ki, bizler 5. sınıfı okurken O da öğretmenliğinin ilk yılında idi. Yani aradan 7 yıl geçmiş kazanan olamamıştı artık. Dolayısıyla bu okula gidebilmek hepimiz için büyük birer ütopya halini almıştı.
Yine de o yıllarda, bu Okul’u kazanması ümit edilenlerden birisi de bendim tüm Köylünün nazarında…

4- Öğretmenimin Yardımı ve Babamın “Herifliği”

Öğretmenimin Yardımı ve Babamın “Herifliği”

“Herif” diye evliliğin eril tarafına, yani “koca’ya” denilse de bizim köyde bu kelimenin anlamı daha bir katmerliydi. Hatta, çevrede biraz da espriyle karışık, kurulmuş “Herif Partisi” bile vardı. Kendisini partiye başkan görenler, öyle herkesi bu partiye üye almazlardı. Özellikle hanımı, çocukları ve çevresindekilere karşı sert ve fena davrananlara; “Hadi oğlum, hadi…! Sen bize yaramazsın! Doğruca eşek partisine…” derlerdi. “Herif” kişi diye yukarıda verdiğim anlamı içine almakla birlikte, gerektiği zaman, gerekli ağırlığı ortaya koyabilen, bu yönde yumruğunu vurup kararlı duruş sergileyen  kimselere denirdi. Ortaya koyduğu eyleme de “Heriflik” denmekteydi doğal olarak.
Neyse:
O eğitim öğretim yılının sanırım acı bahar günleriydi. Demek, Devlet Parasız Yatılı Okullarına müracaatın günleri ve gerekli evraklar köyümüz okuluna gelmiş olmalıydı ki Suat YENİTÜRK Öğretmenimiz, “Yatılı okul sınavına kimlerin başvuracağını” sordu bize. Sınava girmesi beklenen iki çocuk parmak kaldırdı. Ben ise kaldırmadım. Oysa sınavı kazanma olasılığı en güçlü olanlardan birisi bendim, üstelik bunca geçen yılın arkasından.
Öğretmenimiz duruma şaşırdı ve bana dönerek:
“Niçin Parmak kaldırmadığımı!” sordu.
Gerçi o bilirdi ama yine de ben bilemediklerini anlattım!
Ve “Beni sınava yollamazlar!” dedim.
Malûm; hem zaten yaşımız itibariyle sınava başvuru evraklarımızı velilerimizin imzalaması gerekiyordu. Benim velim de doğal olarak babamdı.
“Nasıl olur? Kim?” diye sorunca da:
“Analığım var; O buna mani olur!” dedim!
“Nasıl olur?”dediğinde ise:
“Biliyorsunuz köyde iş çok. Henüz 5 aylık bir bebeği de var. Elinin ulağı gibiyim. Elinden bu olanağın çıkmasına izin vermez; bana ihtiyacı fazla görünüyor.” dedim. 
Beni Rahmetli Kara Mehmet DURAN dedem büyütmüştü. O gerçek bir herifti. Onun sağlığında kimse bana ilişemezdi. Lâkin O, bir yıl kadar önce Rahmet-i Rahmana yürümüştü. Ve çok özledim, kısa günde kırk kez aklıma gelen dedeciğimi…!
Gerçi dedem Rahmetli olsa da ben halâ onun evindeydim. Hanife Ebemle birlikte kalıyorduk. Babaannemle yani… Ancak ben yine de babam ve Analağımın işlerine yardım etmekten geri kalamıyordum. Durum buydu!
Öğretmenimiz yine sordu:
“Peki baban nerede”
“Evde” dedim, “ama bu konuda onun sözü geçmez!”
“Çağır!” dedi öğretmeniz bana; “O’nu çağır, hemen bu akşam Okul’a gelsin! Gelsin ki bir konuşalım bakalım neymiş durum?…”
Israrla ve derhal: “Olmaz!” dedim ben, “Bana çağırttırma. Benden bu çağrının hesabını sorarlar evde. Ve ben veremem bu hesabı. Sonuç olarak da babam sana gelemez!”
“Eeee…?” deyince öğretmeniz:
“Buradan, okul çocuklarından birisi ile çağırt ki ben bilmezmiş olayım. O çocuk da söylemesin neden çağırdığınızı. Ona ısrar edecek halleri yok ya!” dedim.
Sanırım kafasına yattı ki öğretmenimiz, bizim mahalleden ve çocukluk arkadaşlarımdan biri olan rahmetli Mehmet KARACA’yı görevlendirdi bu iş ile. Sıkı sıkıya da tembihledi “Niye çağırdığımı sakın söyleme!” diye!
İkindi olup da evlere vardığımızda peşimden rahmetli Mehmet de geldi.
Babama: “Dayı seni Öğretmen çağırıyor okula. Bugün; hem de acele!” deyip dönüyordu ki bizimkiler sordular:
“Ne içinmiş?” diyerek bağırdılar...
Ama Mehmet: “Ben ne bileyim, çabuk gidecekmişsin!” deyip gözden kayboldu.

            ************

Rahmetli Mehmet KARACA dedim de:
Evleri bizim mahallede, yakın komşuydu. Bir tek ev vardı onların eviyle bizim evin arasında. Yaşıttık kendisiyle; üstelik “kırkımız da karışmıştı”. “Kırkı karışmak” deyimi, doğumdan sonraki ilk 40 gün içinde doğanları ifade etmek için kullanılırdı. Bunların hiç biri öneli değildi. Asıl önemlisi O benim ilk çocukluk arkadaşımdı. Hem de en iyilerinden biri. Tek kusuru vardı; fazla cesurdu... Gözünü hiçbir budaktan sakınmazdı evvel Allah! Nitekim bu cesareti henüz 25 yaşındayken aramızdan aldı O’nu. Vurdular; vurdular O’nu. Yağlı kurşunlara denk geldi Garip’im. Aklını kullanıp da koruyamadı kendini.
Çocuklukta çok şey paylaştık Kendisi’yle?
Babası, O küçükken ölmüştü Garip’imin. Aklı ermezdi babasının sağlığına. Hasılı, yetimdi O da. Sık sık “Öksüzler Mektebi’ne” giderdik ikimiz. Kendi aramızda adını “Öksüzler Mektebi” koyduğumuz  bir inziva ve rahatlama kuytusuna… Bizim evlerden doğu istikametine koruya çıkılıp da “Kızıldüz” (kırmızı topraklı tarlaların bulunduğu bir mevkii) istikametine gidilen “Taşlı Yol’un” hemen altındaydı “Bu Mektep”! Gidişe göre sağda; hemen oradaki “Küçük Karınderesi” dediğimiz, “Göksu’ya” akan o kış dereciğinin yatağında… İşte o küçük vadicikte… Daha doğrusu bu vadicikteki dere yatağın tam kenarında bir kaya kovuğu…  Dediğim gibi kuytu bir yer. Kovuğun önünde de maki türü bir kısım çalılıklar var ki kapatıyor orayı. Tam bir sığınak… Kırk yıl saklansan kimse bulamaz adeta…
Ora’da (“Öksüzler Mektebi’nde”) kendi iç dünyamıza dalardık. Biz ve bizim gibiler hakkında iyi dileklerde bulunur, tanıdıklarımızın hatıratlarını yâd ederdik. Gelecekteki iyi günleri düşünür, güzel hayallere dalardık. Böylece oldukça rahatlar, köye geri dönerdik.
Merhametli çocuktu aslında Mehmet! O’na “Irazgilin Meymet” de derdik.

Bakın bir gün ne oldu?
Henüz 4 - 5 yaşlarımızın arasıydı. Onların eviyle bizim evin arasındaki evin arkasında bulunan o küçük harmanda mahallenin tüm çocuğu oyun oynaşırdık! Şimdilerde “Kaymakam Emmi’nin” olan o evin dulunda; duldasında…. “Çocuklar” diyorsam az falan sanmayın; hayliceydi… Zaten tüm evler, çocuk doluydu o yıllar…
Derken “Irazgilin Meymet” çıkageldi oraya. Elinde bir parça “çarşı ekmeği” … Bildiğimiz normal fırın ekmeği işte! Ne var ki o ekmekler bizde pek bulunmazdı... Yufka yerdik sürekli. “Çarşı ekmeğini” ise kırk yılın başında bir şehre giden olacak da o getirecekti. Onu da elbet kendilerine… Bu nedenle olsa gerek; yaddan, yabandan gelenlerin ön önemli hediyesi “çarşı ekmeğiydi”.  Ve çok severdik biz onu… “Çarşı ekmeğini” yani.
Küçük bir parça da bana verdi Rahmetli. Diğer çocukların gözleri kaldı ekmekte ama.  Lâkin Mehmet onlara vermedi... Öyle ya; elindeki zaten doyumluk değil tadımlıktı.
Çocukların gözleri kalsa da bir çoğu önemsemedi. Lakin iki kardeş ısrarla istediler Mehmet’ten… Yine de vermedi. Bu defa o iki kardeş gidip kendi annelerinden istediler “çarşı ekmeğini”  Fakat nereden bulsundu anneleri…? Ama çocuklar anlar mı durumu? Tutturdular “İllâ da çarşı ekmeği isteriz!” diye! Oysa yufka yapıyordu anneleri; misler gibi. Ellerine birer yufka sıkması (rulo biçiminde dürüm) tutuşturdu onların. Üstelik içine sade yağ (özgün tereyağı) sürerek… Yine de ikna olmadılar; ağlamaya başladılar…
Mehmet duruma dayanamadı; ekmeğine de fazla kıyamadı. Parmaklarının ucuyla koparıp yarımşar lokma kadar verdi onlara. Sustular onlar da. Kestiler ağlamayı. Kestiler kesmesine ama bir de ne göreyim? O kadarcık ekmeği yalın olarak yemeye kıyamadılar; tutup yufka sıkmasının içine ovalayarak o yufkaya katık ettiler…!  

Mehmet’in cesaretinden de bahsettim ya? Hiç kimseden ve hiçbir şeyden çekinip korkmazdı O. Ben kıyıp da vuramazdım kimseye. Hatta karınca bile ezemezdim. Kuş dahi avlamadım… Ama O, gerekirse kırar geçirirdi ortalığı. Mahallenin cümle çocuğunu da döverdi gerekirse. Ve hepsi korkarlardı O’ndan… Bir tek ben; içten severdim O’nu. Çocuklar arasında yani.
Buydu işte, Öğretmenin bizim eve yolladığı Mehmet KARACA hani!

            ****************

Uzatmayalım! Mehmet, Suat YENİTÜRK Öğretmenimizin verdiği görevi yerine getirip de uzaklaşınca bizim evden, bu defa da bana yöneldiler bizimkiler. Özellikle Analığım: “Ne halt ettin okulda?” der gibilerinden biraz sıkıştırdılarsa da “Ben bilmiyorum!” diyerek savuşturdum aklımdaki baskıyı.
Eh…! Öğretmen çağırmış, gidilmemek olmaz. Zaten öğretmen de bir Muhtar köyde. Ki köy heyetinde da aza zaten…
Neyse…
Analığımdan izin çıktı. Babama: “Git, öğren bakalım neymiş!” buyurdu. “Oyalanma aman sakın! İşimiz çok ha…!” diye de ekledi.
Babam derhal çıktı yola. Bir an önce Okul’a…
Ben bekliyorum bu ara.!?
Öyle ya: Dur bakalım ne olacak acaba?!
Derken Babam döndü?
Döndü ama dönen bir başka adamdı sanki!
Beni işaretle ve olanca ağırlığıyla haykırdı Analığıma: “Bu çocuk Ereğil (İvriz İlköğretmen Okulu) sınavlarına girecek!”    
Bizimki hem şaşırdı hem haykırdı: “Gidemez!”  “Benim ekinim otum (ekin biçip - ot işlenmesi, yolunup toplanılması)  ne olacak?”
“Gidecek” dedi babam! “Gideceeekkk!”
Doğrusu babamı hiçbir zaman böylesine kararlı görmemiştim? Gerçi daha sonra da pek görmedim ama… Bu da yetti bana… Ama ne çare ki sadece bir bakıma.  
“Tamam” dedim ben içimden “Bu iş tamam!”
Babam çok kararlıydı çünkü! Her şeyi göze almıştı. Ancak bu durum kendi iç ilişkilerinde alışılmış bir durum değildi.
Bir büyük kavgaya tutuştular kendi aralarında.
Hem, sözlü hem fiziki…
Kafa, göz gidiyor…
Kim kime üstün çalarsa…
Doğrusu babam üstün geldi bu defa…
Ve analığım pes etti. “Nasılsa gidince kazanacağı mı var? Ha giderse gitsin!” buyurdu ve kavgayı bitirdi. Ki, sınava hazırlanmama fırsat vermemek elindeydi. Kaldı ki zaten fırsat da yoktu. Hem anladı ki pabuç pahalı görünüyordu bu defa. Ve bu gün diğer günlere benzemiyordu.
Vize çıkmıştı bize! Sınava başvurunun vizesi… Ne olursa olsun önemli olan bu vizeydi. Sınav hazırlığı yapmasam da olurdu. Müfredatı biliyordum ve hafızam güçlüydü ki hiçbir şey iki kez okumadım. Okuduklarım hep aklımdaydı… Böyle düşünüyordum.
Ha bu arada belirteyim ki, kavga esnasındaki sarf edilen sözlerden anladığım kadarıyla Bizim Öğretmen iyi gaz vermişti babama. Tam da damardan girmişti. “Sana hanımdan korkuyor diyor herkes!” demiş meğer babama. “Bu korku yüzünden istikbaliyle mi oynayacaksın bu çocuğun…?” Zaaf noktasını tam yerinden yakalamış, oradan vermişti gazı babama!

Neyse ne? Sevindim tabii… Çok önemli bir engel aşılmıştı; sevinmez miyim hiç!? Nitekim kazanınca asla önümde duramazdı. Göndermemezlik edemezdi beni Okul’a. Koskoca Köyün, onca köylünün karşında böyle bir yükün altına giremezdi. Yıllar sonra Köy’den bir çocuk İvriz İlköğretmen Okulu’nu kazanacak, o hizmetlenmek adına onu Okul’a yollamayacak? Yok! Asla bunu yapamazdı artık. Yeter ki kazanaydım?

Hemen belirtmeliyim ki:
Bu kitapta tanımladığım anlamıyla, Babamın şahsım adına yaptığı ve tanığı olduğum yegane “heriflik”, yani inisiyatif alış işte budur. İleriki anlatımlarımdaki olumlu çabalarının hepsi, işte bu “herifliğinin” tamamlayıcı cüzleridir. Ki inisiyatif kendisinde değildir çoğunlukla.
Yukarı paragrafta “yegane” desek de ileride anlatacağım üzere kısmi bir “herifliğine” Dedem öleceği gün rastladım. Geriyi hikayedir… Ne söylese de inisiyatif almamış, alamamıştır.

            *****************

Yine de Öğretmenimin bu yardımı ile Babamın anlattığım bu “herifliği” hayatımın seyrini değiştirdi. Bu net bir durumdur!
İyi bilin ki tam zamanında yapılan yardım hem çok kolaydır, hem de kesin neticelidir! Olumlu anlamda yani. Bu tav geçirildikten sonra nice emekler verilse de netice almak bazen çok çok zor, bazen de olanaksızdır! Bazı anlar vardır ki ömrü kurtarır yani! Aynı neticeyi ise bir ömür versen de elde edemezsin çoğu zaman! Özellikle iş işten geçince…
Bunun tersi de doğrudur! Zamanında yapılmayan bir iş, sakınılan görev, yahut esirgenen küçücük bir yardım, kişi uçurumdan yuvarlandıktan sonra hayatını vakfetsen dahi geri getirilemiyor maalesef. Bedelleri hayat kadar ağır olabiliyor. Oysa zamanında ne kadar da kolaydı o hizmetin görülmesi…!? Her şey yerince ve zamanınca efendim!
Nitekim az önce anlattığım olguyla, “Gidenler Babamla Anamdı” başlığı altında anlatacağım ve evlilik hayatımın başlangıcına ilişkin olgu, burada yaptığım belirlemenin en somut kanıtı ve hayatsal tecrübesidir. Zamanında yapılan o küçücük yardım nedeniyle iş ve aş hayatımda asla sıkıntı görmedim; sürekli doyumda bulundum. Oysa yurt yuva tutarken kendi yoluma yürümeme zemin hazırlayacak olan o küçücük yardımın esirgenişi ve bulamayışım karşısında bir boşluğa, bir açmaza düştüm ki, asla kapanmadı. Özel hayatım tam bir girdap oldu.
Öyleyse ne diyelim? 
“İşin zamanını bilenlere, olumlu anlamda gereğini yapanlarla yapılanlara ne mutlu!” diyelim!

5-Sınavdaki Cevabım:

Sınavdaki Cevabım:

O yıllarda köy okulları 23 Nisan Bayramı’nın hemen arkasından kapanır, çocuklar da ailelerine yardıma koyulurlardı. Oyun az, iş çoktu bizim köyde. Hele yaz mevsimlerinde…
Öküzlerimiz vardı güdülmeliydi (otlatmak). Kuzu, oğlak ha keza… sıramız geldiğin de davarlarımız da…
Ayrıca ot toplanmalıydı; “ot samanı yapılsın da hayvanlarımız kışın yesin.” diye. Ekin (buğday, arpa) samanı ile karıştırılırsa daha lezzetli olurdu hayvanlarımız için. Samana katık olurdu yani.
Hayvanlarımız ise her şeyimizdi… Öküzlerimiz, eşeklerimiz, koyun, keçi, tavuk, kedi, köpek ve sairlerimiz…
Onlar köyde en büyük yardımcılarımızdı. Gerektiğinde harçlığımızdı. Yılda bir kez, kurbanlarda yediğimiz etimizdi. Yumurtamızdı, harçlığımızdı. Ağır (değerli) misafirimiz olduğunda tavuklarımız en büyük ikramımızdı.
Ve bol bol olmasa bile kana kana içtiğimiz ayranımızdı. Yemeklerimize kaşıkların ucu ile azıcık, azıcık konulan sade (tere) yağlarımızdı…
Ya eşeklerimiz… ? Vallahi, günümüzün bin bir donanımlı, model model  arabalarından çok daha kıymetliydi her biri. İşi ve işlevi... Onlar olmadan, asla olunamazdı!
Traktörlerimiz de, öküzlerimiz… Çift sürer, kağnı çeker, harman döverlerdi…

Burada ana konum esasen bu anlattıklarım değil. Demem o ki: anlattıklarımın hepsi içine doğduğum köyüm ve köylülerim açısında çok önemliydi. Ve bu işler mutlaka yapılmalıydı.  Hem de bir bütünsellik içinde… Kırk yere bölüşülmeliydi yani!
Emek göze görünmezdi. Lâkin hiçbir ekonomik değer asla israf edilemezdi. Bir buğday tanesi bile…

Ot toplama işi bitince önce arpalar, sonra buğday, nohut ve mercimekler olgunlaşırdı tarlalarda. Bunlar toplanmalıydı. Tutam, tutam yolarak, yahut el orakları ile…
“Tutam, tutam” dedim de...?
Ot işlemeyi, öyle kosa ile çayır biçimine falan benzetmeyin sakın. Zaten bizlerde ekilmemiş, boş (gen) tarla pek bulunmazdı. Bulunsa da otları yine el ile yolunurdu. Bizler otu daha çok ekinlerin arasından gün boyu, güneşin altında bel bükerek toplardık. Böylece hem o otları değerlendirir, hem ekinlerimizi bu yabancılardan temizlerdik. Ekinlerimiz hem daha iyi gelişir, hem de işlenirken yabancı otlar ellerimizi yaralamazdı.
Sonrası harman…
Kağnı gıcırtısı altındaki, savurmaya yel beklenen harmanlar… Bir aydan fazla süren harmanlar…
Tüm bu uğraşlardan, köyde en çok verim alan aile genel toplamda ancak 100 teneke civarında bir mahsul elde edebilirdi. Bu da ancak 1500 kg. civarı bir ürün demekti.
Gerçi bağlarımız da vardı. Gelin görün ki, en kabadayı bağcı’nın 20 eşek yükü yaş üzümü olurdu. Bu da 1200 kg. civarındaydı. İşte bundan yapılırdı onca pekmez ve kuru üzüm… Ah…! Ne kadar değerliydi, bilseniz bir tas üzüm şerbeti...
Daha fakirlerin, kendilerinde bulananlardan bir tas şerbet içebilmek için sabahtan akşama dek onlara imece gittiklerini dahi duymuşluğum vardır. Ki zaten herkesin pekmezi olmadığı gibi ayranı da bulunmazdı. Yine günlerimiz dolu duluydu…
Konuyu dağıtmayalım. Bu işler yapılmalıydı. Hem de çoluk çocuk… Her can gücü yettiğince… Ve ben de yapmalıydım doğal olarak. Yapıyordum da nihayet. Üstelik de emek emek… Öylesine emek veriyorduk ki hem: Özellikle işlerin sıkı olduğu dönemlerde, akşamları arkadaşlarla 10 dakikacık oyun oynamak bile büyük bir lükstü bize.
Ve…
Akşam yemeği yendikten sonra, yat izninin çıkmasını bile bekleyemeden gözlerim uykuya dalardı…
Aslında çocukluk yıllarıma dair özlediğim en önemli şey, belki işte bu anlardı.

İlkokulu bitirdiğim yazda da, günlerimiz anlattığım biçimde geçiyordu. Öyle oturup ders falan çalışmak yoktu. Gerçi hafızama güveniyordum. Yeter ki duymuş olaydım. Onu unutmam asla söz konusu değildi. Duymadıklarım, görmediklerim elbet müstesna… Ki, iki yaşımdan sonra yaşadıklarım, gördüklerim, duyduklarım hala ayan beyan, dipdiridir gözlerimin önünde ve hafızamda.
O yıllarda çocuklar henüz yarış atına çevrilmemişti. Kurstur, dershanedir, bilindik şeyler değildi pek. Yine de duyduk ki benimle birlikte sınava gidecek çocuklardan birisini babası, Konya’da bir kursa göndermişmiş!? Orada hem bilgisini geliştirecek, hem de sınav tekniklerini öğrenecekmiş. Duyduklarım bu kadardı.
Ancak benim bildiğim, biz 5. sınıfta iken Suat YENİTÜRK öğretmenimiz programda ne var ne yoksa yüklemişti bizlere hepsini. Ve hepsi de hafızamdaydı…
Ben yukarılarda anlattığım tarz hazırlanırken sınavlara kursa giden arkadaş dönmüş köye. Öyle ya: Sınav günleri yaklaşmıştı.
Kendisine “Hoş geldin!” deyip, kursu soranlara: “Çok başarılı geçtiğini, yeni yeni şeyler öğrendiğini” belirttikten sonra, kendinden emin bir edayla, “sınavda mutlaka başarılı olacağını” söyleyerek sözü bana getirmiş.
“Mehmet ise bu sınavlarda ancak dağda işlediği ekin ve otları yazacak sorulara cevap olarak!” deyivermiş.
Doğrusu o gün bu gündür bu tarz söylemesinin anlamını, daha doğrusu lehime mi, yoksa aleyhime mi söylemiş olduğunu halâ çözebilmiş değilim. Kendisinin kulakları çınlasın. Allah, hayırlı uzun ömürler versin.
Kendisi hakkında fazlaca bilgiye sahip değilim. Sadece İstanbul’da ve tarikatlarla yakın ilişkide olduğunu duyuyorum.
Yine de bu vesileyle belirteyim ki bu kurs gerçekten kendisi için yaralı olmuş, benim hiç bilmediğim test çözme tekniğini o kursta öğrenmiş. Bu sayede “devlet bursluluk” yahut “yatılılık” şeklindeki bir başka sınavı kazandı. Böylece o sıralar yeni açılan Konya Mevlâna Ortaokulu ile Konya Gazi Lisesi’nde yatılı veya burslu olarak okumaya hak kazandı.
Daha sonra da İstanbul Teknik Üniversitesi, Maden Mühendisliği Fakültesine gittiğini duydum. Lakin bu okulu yarıda kesip tahsil hayatına son vermişti. İstanbul - Fatih'teki kimlik ve kişiliğini bilemediğim bir kısım tarikatlarla tanışmış ve; "Asıl okulumu yenice buldum" diyerek onlara karışmıştı.  
Sonradan bir - iki defa gördüm Köy'de O’nu.
Sakal, sarık, cüppe yerindeydi. Gerçi yol gösteren çok oldu ama Köylülere O’da yol gösteriyordu. Hatta vaazlar bile veriyordu. Dinlemedim; duydum… Bizleri de kesinlikle beğenmiyordu. Ama; Allah beğensin, bana ne! O'nun beğenip beğenmediğinden hani?
Sözüm Süleyman’a ve Diğerlerine değildir elbet!
Ancak "Muaviye Dini'nden" bana ne! Ne var ki "Muaviyeci devletin" bir numaralı düşmanıyım ama... 
Allah için; Kuran için...
Çünkü ben; evvela Peygamber Efendimiz ve yakın arkadaşları ile Ebu Zer'in baktığı yerden bakıyorum bu meseleye. Özellikle Ebu Zer’den bahsediyorum ki ne dediğim daha güzel anlaşılsın!
Güzelce anlaşılsın ki: Kuran'daki Yahudi'nin ırk yahut din temelli bir vasıf olmadığı, tam aksine bunların “Küresel Kapitalist Sömürü Düzenini” kuranlarla, onların işbirlikçi ve yardakçıları idikleri, Kamu malını çalanların, hakkın ve Allah’ın nimetlerinin hak sahiplerine varmasını engelleyenlerin, hakça ve adilce bir paylaşımın karşısına dikilenlerin genel adı olduğu, ülkemizde de sefa sürdüğü, özelliklerle son yıllarda karşı bir devrimle arzı endam ettiği...
Eh, Efendimizin kurduğu “Medeni Devlet” bile ancak 30 yıl yaşadı! Ve Mekke şirkinin karşı devrimine yenik düştü.
Ancak insanlık ve medeniyet hep filizlenir bir yerlerden!
Ve güç alır Kuran ile Efendimizden…
Nitekim, “Atatürk Devrimleri” de böyledir.
Din ve devlet yerli yerine oturtulmaya çalışılmıştır.
Çalışılmış ancak taçlandırılamamıştır!
Durum böyle olunca karşı devrimle yolu kesilmiştir.
Şimdilerde hortlayan işte odur!

            *****************

Anlatmakta olduğum gibi, okumak çok zordu o yılların şartlarında!
Ve zeki köy çocuklarını okutuyordu bir kısım zengin adam da.
Hayrına yani…!? Hayrına (!)
Bizim köyün çocuklarını da okuttular; hem de çokça!
Buradaki sözlerim ne bizim köyün çocuklarına;
Ne de okutanlarına…
Ve değil elbet her fakir çocuğu okutana!
Sadece O’na; işte ona, ona…!
           
Buradan hareketle bu meselenin, tüm ülkemiz sathında yer bulup etki yarattığını hatırlatarak, Bizim Köy ve geleceğiyle olan bağlantısına da değinelim kısaca.

6-Zeki Köy Çocuklarına El Attılar!

Zeki Köy Çocuklarına El Attılar!

Ve bizim köylere de el attılar…
Bu konuya aslında “Zenginlerin Zeki Köy Çocuklarını Okutması:” başlığını düşünmüştüm önceden. Düşündüm de bu başlık oldukça masumdu.
Zaten bu işler işte bu masum başlık altında yapılmıştı.
Ülkedeki karşı devrim yani…
Bu devrimden hepimiz aldık nasibimizi ve almaktayız!
Ancak yukarıda dediğimiz gibi, bu konuyu daha ileri aşamalarda çalışacağız.
Şimdi, dönelim biz Köy’ümüze…

Köy ve fakir aile çocuklarınca gidilebilecek okul oldukça kısıtlıydı. O yıllarda mevcut okullar ve fakir aile çocuklarına tanınan olanaklar geliştirilecek yerde kısıtlanılma, yok edilme yoluna gidiliyordu.
Bu kısıtlanma karşısında Yatılı Kuran Kursları ve İmam Hatip Okulları hızla yaygınlaşıyordu.
Buraları, kendilerini “dini bütün” olarak gören bir kısım zenginler finanse ediyordu.
İşte bu aşamada okuma olanağı bulunmayan aile çocuklarına el atılıyordu hızla.
Masrafları karşılanıyor, bu kurs ve okullara yerleştiriliyorlardı

Bu durumdan Bizim Köylüler ve çocukları da yararlandılar elbet. Açılan bir çıkış kapısıydı onlara. Üstelik din ve diyanet …

Hasılı benden sonra İvriz’i pek kazanan olmadı bizim Köy’den. “Pek” diyorum; çünkü 20-25 sene sonra yeğenlerimden birisi olan “Hakverdi DURAN” gitti sadece oraya. Ancak İvriz’in “ivrizliği” pek kalmamıştı zaten! Hakverdi’nin gidişi son oldu zaten…

Bu durum da Köy’ümüzün çocukları da Kuran Kursu ve İmam-Hatip kanalını kullandılar zorunlu olarak. Bu kanaldan okudular çoklukla…
Kendilerine birer ekmek ve meslek edindiler. Bu yoldan yürüdüler. Ancak bildiğim kadarıyla ezici bir çoğunluğu düzenin adamı olmadı; olmadılar! Yani “Küresel Kapitalist Sömürü Düzeninin” adamı ve yardakçısı… Daha da önemlisi: Kendilerini İsrailiyat karşıtı sanıp da Siyonizm’in maşası olmadılar asla! Helâlinden ekmek yediler. Ve işin nereye doğru gitmekte olduğunu bildiler; ona göre yön ve vaziyet aldılar.
Düzenin adamı olanlar müstesna…
Onlar ise bir hayli eveleyip gevelediler ve halen de eveleyip gevelemedeler…
Şirk  sakızlarından yani…

Özellikle kendi olanakları olup yahut şartları oldukça zorlayarak yol yürüyen aklı başında ve “kuvva-i milliye” ruhlu bazı aileler bu yolu kullanmaya asla tevessül etmediler… Ülkede kurulan ilk “Müdafaa-i Hukuk Teşkilatlarından” birisi olan “Bozkır Şubesi” kurucularının evlatları olduklarını gösterdiler. Hem dindar bir hayat sürdüler, hem de aydınlanmaya omuz verdiler…

7-Sınava Gideceğimiz Sıradaki ortam:

Sınava Gideceğimiz Sıradaki ortam:
         
O yıllarda günümüz ÖSYM benzeri sınav merkezleri falan yoktu. Kendisine öğrenci seçen her okul gerek sınav sorularını gerekse sınavın şekil ve şartlarını kendisi belirleyip uyguluyordu.
Uygulama genellikle klasik sınavdı. Yukarıda andığım gibi benim başkaca bir sınav şeklini bildiğim de yoktu zaten!
Evvela yazılı sınavlar yapılırdı. Bu da, şimdilerde kaldırılmış olan ve ilçe merkezlerde teşkilatmış bulunan İlköğretim Müdürlüklerinin, o sınavı yapan okula verdiği yardımla gerçekleştirilirdi. Şöyle ki:
Kendisine öğrenci seçmek için sınav yapan okul tarafından hazırlanmış bulunan klasik sınav soruları, sınav salonlarına yetecek sayıda nüshalar içeren mühürlü zarflar içinde gizli olarak İlçelere gelirdi.  Sınavın uygulamasını ise o ilçe İlköğretim Müdürlüğü yapardı. Cevap kağıtlarını ilgili okula yollardı. Anlaşılacağı üzere cevap kağıtlarının değerlendirilmesini İlköğretim Müdürlüğü değil; sınavın sahibi konumundaki okul bizzat kendisi yapardı.
Yapılan bu ilk sınavı kazananlar, ilgili okul tarafından ilçelerdeki İlköğretim Müdürlüklerine bildirilir ve aynı kanaldan sözlü sınava çağrılılardı. Sözlü sınavı ise o okul bizzat kendisi ve kendi bünyesinde yapardı.
Durum bu olunca ben de ilk sınav olan yazılı sınava, Konya-Bozkır İlçe merkezindeki bir okulda girecektim. Bu okulun Cumhuriyet İlkokulu olduğunu sınav günü sabahı öğrenmiştim Bozkır'da. 
Bu gün gibi hatırlıyorum; sınavımız 1966 yılının tam 21 Temmuz günüydü. Günlerden de Perşembe…
Bozkır İlköğretim Müdürlüğünü ise daha sonraki yıllar Bozkır’da Belediye Başkanlığı da yapmış olan değerli eğitimci, aslen Üçpınar Nahiyesi eşrafından değerli insan rahmetli Sayın Sabri SAYGI idi.

Köyümüzde ise harman kaldırma işi iyiden iyiye başlamıştı. Öyle ya; ekin biçme işi neredeyse bitmiş, sadece daha yaylamsı yerlerde az bir ekiniz kalmıştı işlenmedik. Bizim de vardı böylesi az bir ekinimiz. Ve orayı işliyorduk o günlerde...
Ve analığımdan olma kardeşim vardı henüz 7 aylık falan...
Bakımı da bir hayli zordu iş güç arasında... O hem annesine yük oluyordu hem de bana... Bunca işin gücün arasında yani. Yoksa önemsiz olduğu falan sanılmasın hani. Ve çok bakımını yaptım ben onun o sıralar... Hele ağzınki emziğinde lokumu bitinceki bağırmalar...!
Ancak yine de ben işin kolayını bulmuştum! Çok bağırır eziyet ederse ağaç dallarındaki salıncağından alır onu, güne karşı dayardım gözlerini. Bir müddet bağırsa da dayanamazdı buna. Az sonra uyurdu. Ben de götürüp salıncağına yatırırdım O'nu. Yatırır da, yan gelip yatar değildim ya...! Haydi bakalım ekin işlemeye... Güneşin alnına... Ne yapacaksın? bir yanımız bizim de çocuk. Henüz 11. yaşımın içindeydim...          
O, 20 Temmuz günü bir haber geldi bize kuşluk vakti? Haber, hani yukarıda kendisini andım, bizi İlkokul 4. sınıfta okutan Ali ASLAN öğretmenimdendi. Yeğeni Şaban ASLAN'ı yanına almış sınava götürüyordu.
Şaban da benim gibiydi bir nevi... Annesi nice zaman önce ölmüştü garibimin. Babası da tekrar evlenmiş, O da dedesinin yanında kalırdı. O'nun uhdesindeydi yani. Allah bereket versin ki benden farklı olarak dedesi halen sağdı.
Benim de anam sağdı ama, O bir başka köyde evliydi. Ve bu okumak konusunda bana bari manevi destek dahi vermiyordu o günlerde. Bu işi bana pek konduramıyordu. Bilirdim durum buydu. Zaten kendisini seyrek görürdüm. Hal bu olunca esasen benim bu sınava girişimden bile haberi yoktu.
            
Bizim köyümüz ilçe merkezine yaya yoldan sanırım 20-22 km. civarındaydı. Eşekle yaya gidildiğinde 4 saat falan sürerdi.
Zaten köylere öyle araba falan gelmezdi. doğru dürüst araba yolu yoktu. Ancak jeep türü araçlar gelebiliyordu köylere. O da çok çok acil durumlarda. ve özel olarak getirtilirdi. Cip tutulurdu yani. Yoksa dolmuş falan yapılmazdı. Dolmuş tarzı binen olmazdı zaten. Öyle ya; ne güne duruyordu tabanvaylar...! 
Demem o ki: İlçe merkezine yaya gidilmek gerekiyordu. Ve öğretmenimiz de yeğeni Şaban'ı alıp yola çıkmıştı o, 20 Temmuz gününün kuşluk vaktinde. Yanlarına bir de eşek almak suretiyle. Binecekler bazen efendim....!
Ve: "Mehmet hemen yola çıkıp arkamızdan yetişsin!" diye haber yollamıştı bana. Bilirdi, beni götürecek kimse olmayabilirdi sınava. Gerçi benim Bozkır'a yaya gidip gelmek için kimsenin yardımına ihtiyacım yoktu. Kendim gidip gelebilirdim. Çünkü dedemin sağlığında onunla birlikte birkaç kez yaya gidip gelmiştik Bozkır'a. Ora'yı da tanırdım az çok.
Yine de sanırım babamın içi benim yalnız gitmeme pek el vermezdi. Ancak evde sorun çıkması da pek hoşuna gitmezdi. Hatta bu "heriflik" meselesinde zaaf da gösteriyordu  zaten!
Öğretmenimden gelen haber sanırım kendisini çok rahatlatmış olmalıydı. Zaten dağda da ekin işliyorduk. benim bile orayı terk etmem büyük bir sorundu ki, bir de babamın ayrılmış olması...?
Bu sözlerimi bir vehim olarak algılamayın sakın!
Bunun örneği sürekli yaşanıyordu evlerinde.
Bakınız; Dedem gittiği gün neler yaşadığımızı anlatayım ki siz hak verin ona göre!
Gerçi herkes kendi açısından haklıdır. Bunu da nazardan uzak tutmayın!

Ancak öncelikle Dedemle aramızdaki sevgiyi ve bu çerçevedeki bazı gelişmeleri anlatmak sanırım daha uygun olacaktır!

8-Dedemin Sevinci:

Dedemin Sevinci:

Aslında Rahmetli Dedem Kara Mehmet, beni okutmayı çok istiyordu. Lakin anlattığım gibi ömrü vefa etmedi buna.
Bir gün bakın ne oldu?
Dediğim gibi, o yıl İlkokulun 4. sınıfındaydım. Ve hastalığı bir hayli ilerlemişti dedemin. “İlerlemişti” diyorum ama, bir doktora dahi gidebilmiş değildi benim güzel Dedem. Doğrusu hastalığının ne olduğunu dahi bilenimiz yoktu. Sadece hastaydı; ve yatıyordu…
Bir defa komşular arasında kendisi için “Nüzül olmuş” diye konuşulduğunu işittim. Bunun anlamının ne olduğunu bilmiyordum. Birilerine sorma gereği de duymadım.  Gerçi onlar bunu biraz da kınar gibi konuşmuşlardı ama, Dedeme hiç yakıştıramadım her ne ise ben onu. Hem elimden gelen hiçbir şey de yoktu ki. İki büyük amcamla babamın bile bir şey gelmezken ellerinden?!
Zaten yaşlıydı artık (!) Acaba öyle miydi?  76 yaşları civarındaydı Rahmetli.
Ne var ki vaziyeti ağırlaşmıştı artık. Bu belliydi…
Durumu kanıksamıştık adeta…
Her şey doğal mecrasındaydı aklımızca…
Ve Dedem gidiciydi!
Ben ise sadece Allah’a sığınıyordum. O’na yalvarıyordum! Nice günler bilirim; yerlere kapanıp, kapanıp ağladığımı! Ve Rabbimden yardım dilediğimi… Bu şartların içinden çıkarmasını beni!….
Dedeciğim, belli ki yapamayacaktı; “Okutacağım!” dediğini.

Artık eskisi gibi değildi Dedem. Ara sıra aklı geliyor, Çoğu zamansa gidiyordu. Yarı baygın yatıyordu çokça. Kendinden bile haberi olmuyordu.
İşte bu demleriydi ki, Okuldan öğle yemeğine geldim eve. Baktım dedem uyanık; aklı başında!  Ne güzel…!
Beni görünce ne kadar sevindi o da, bilemezsiniz ne kadar…!
Gözlerinden iki damla yaş düştü! Ye “Yavrum…!” dedi. “Nerelerde kaldın hay yavrum?” ve ağladı....
Zaten O hep beni özler, beni söylerdi.
Herkese benmişim diyerekten hitap ederdi.
Aslında bu işe iki emmim de biraz içerlerdi.
Yine de pek belli etmezlerdi, rahmetliler.

Belli ki baygınlık halinde geçen zamanları çok uzun geliyordu ona ve beni özlemişti. Gerçi ben de O’nu çok özlerdim ama!… Ve halâ, halâ…
“Okuldan geldiğimi” söyledim kendisine.
“Vazifeye atılmana daha çok var mı?” deyince temelli anladım? Dedemin hafızası yerinde değildi. Benim İvriz’de falan okuduğumu sanıyordu güzel Dedem.
Hiç bozuntuya vermedim,
Sevinsin istedim.
Köyün Okulundan geldiğimi söylemedim.
Sanki dışarıdaki bir okulda okurmuşumcasına cevapladım.
“Daha bir yılım var Dedeceğizim!” dedim.
Tuttum, boyunlarına bir güzel sarıldım!
“Aman yavrum, iyi çalış; kurtar kendini! ” dedi.
Dedi ve kendinden geçiverdi.
Çok ağladım peşinden!
Hem de hırslandım, okuma isteğimden.

Bir ara durumu Babama anlattım.
Bakın sonra ne olmuş?

Artık Hanife Ebem kendisine tek başına bakamaz olmuştu. Amcalarımla Babam nöbetleşerek dururlardı başında. Ve ihtiyaçlarını karşılarlardı Dedemin. Günlük Bakım ihtiyaçlarını...
            Babamın nöbetinde yine aklı başına gelmiş bir ara.
Ben yokum Okul’dayım. Bizim İlkokul’da.
Dedem bağırmış: “Meymet, Meymet…!” 
Babam: “Mehmet yok baba; benim, ben! Ben, Nurali…” demiş.
“Peki Meymet nerede?” diye sorunca, Babam anlattıklarımı hatırlamış.
Ve Dedeme: “Benim vazifede olduğumu” söylemiş.
Dedeciğim duyduklarına ne kadar sevinmiş, ne kadar sevinmiş…!
“Nerede görevli olduğumu” sormuş?
“Doğuya verdiler baba, şark hizmeti…” demiş Babam da!
“Vay yavrum vay!” diyerekten bir sevinç bir gözyaşı dökmüş dedem.
Yine kendinden geçmiş; geçivermiş!
“Allah muvaffak etsin!” diyerekten!

İnşallah Rabbim O’nu da gerçek muvaffakiyeti yakalayan kullarından etmiştir.
Ve etsin inşallah!
Ve cümlemizi; ve cümle geçmişimizi…

İşte Dedeciğimin bu sevinci, teselli olagelmiştir bana hep!
Dedemle Hanife Ebemin bir sevincine daha tanık olmuştum ki daha önce; sormayın gitsin. Onu da anlatacağım sizlere. Lakin bu sevinci anlayabilmek için bazı şeyleri daha önceden anlatmam gerek sizlere.
Buyurun anlatayım!
Ki Onların bu sevincini ve bu sevinçteki övüncümü asla unutamam.
 

9-Anamla Gittiğimiz…

Anamla Gittiğimiz… 

 Yıl 1959, Haziran ayının ilk günleri falandı.
4-5 yaşlarımın aralığındaydım henüz
Fatma Ebem de sağdı o zaman. Anneannem yani.
Aslında Anamdan çok O’na giderdim ziyarete…
Delimam Dedemin evine.
İşte Ora’ya gidişlerimden biriydi. Anam beni Bolat Deresi’ne (Göksu) götürdü. Ora’daki bahçelerini sulamaya.
Öğleye doğru dönecektik sözde.
Kimseye haber vermemiştim “erken döneceğiz” diye.
Dedemle Hanife Ebemin haberi yoktu hasılı bu gidişimden de!

Ancak Dere’deki bahçeyi suladıktan sonra Anamın güya bir acil işi çıktı. Derenin bize göre karşı geçesinde bulunan ve o zaman ki adıyla Gederet (Dereiçi) Köyü’ne gitmesi gerektiğini söyledi. Güya acil bir işi çıkasıymış! Yanında beni de götürecekti.
Ben gitmek istemedim.
“Dedemle Ebemin haberi yok” dedim.
“Beni merak ederler” dedim.”
“Hem ellerin köyünde ne işim var benim?” dedim.
Ama; alladı, pulladı, kandırdı beni anam!
“Akşama Köyümüze dönmüş olacağız” dedi.
Eh ben de kandım. Hakikaten kandım!
Sonradan yaya bir saatten fazla sürdüğünü öğrendiğim yola anamla birlikte çıktım.
Hay çıkmaz olaydım e mi!
Çıktım, çıktım o sefer; Bari bir daha yönümü dönüp bakmaz olaydım he mi…?

            ****************

Aman siz siz olun…!
Çocukların “Burası benim evim…” diyebilecekleri sabit bir yerleri olsun!
Ve oradan ırmayın, uzaklaştırmayın onları bu sabit yerlerinden.
Benimsenen bu yerin, parçalanmış aile ortamlarının ortaya çıkardığı şartlar içinde gerçek ana veya babanın yanındaki yetersiz ve oynak ortamlardan çocuklar adına daha faydalı olduğunu aman iyi bilin!
Bu konu önemli…! Aman dikkat; aman ha…!

                        *****************

Çıktık yola…
Hemen öğleden sonra…
Aaaa… Ne uzak yermiş ora?
Vallahi git, git; varılmaz…
Çocuk bacakları hiç mi hiç dayanmaz!
Zaten gitmeyi de canım istemez!
Ayakların gitse de gönlüm geri geri gider.
Gün dikelmiş tepemize…
Amma bitmez yolmuş ha…?!
Bu yollardan sanki bize ne?
Şöyle bir dönüp bakıyorum gariye...! Bizim köy görünürlerde yok zaten. "Gökdere" (Bolat Deresi) bile çok gerilerde ve aşağılarda kalmış. Karşıda "Göksu Kanyonu'nun" bizim köye doğru olan o kale gibi yüksek kiraç kayaları ile daha doğuda "Kagnı Durağının Başı" ve "Çelen" dediğimiz mevki görünüyor. Ve çok uzaklardayım...!
Adının "Gabacardıç" olduğunu sonradan öğrendiğim o anıtsal nitelikli koca ardıç ağacının altına gelmişiz. Yani o ağacın az altındaki koca bükteyiz (viraj).
Ben mızırdansam da Anam beni oyalıyor;
“Aha şurada, aha burada, geldik, geliyoruz” diye eğliyor!
“Şöyle güzel köy, böyle güzel köy…” diye de tavlıyor.!
O beni oyalayadursun, herşeye rağmen kararımı verdim ben!
“Çok uzak; ben gitmem!” diyerekten diktim asayı, yakın yolda direndim!
“Döneceğim ben” dedim “geriye”… “Sen git…” dedim O’na.
 Öyle ya:
“Senin falanca köydeki işinden bana ne?”   

Bu kez anamda sanırım şafak attı Anamda.
Başkaca tedbirler geliştirdi o arada.
Sırf götürebilsin diye beni yanında.
Ve sırtına yüklendi; habıç etti beni.

Zaten 4-5 yaşlarımın arasındayım; ne canım var ki onca yolu yürümeye?
Bizim Köy’den de gelmişken bir saat yayan dereye…
Yoruldum iyice tabii ki de. Neredeyse 13-14 km.lik yol…
“Hemen şu tepenin arkasında: korkma geldik! İşimizi görür döneriz!” buyurdu.
Yine de o tepenin arkasına varmadan beni sırtından indirdi.
İndirdi ama biraz olsun dinlenmiştim tabii.
Belki biraz da moralim yerine mi gelmişti ne?
Ve, yürüdüm tepenin arkasına dek.

Koruluk gibi bir yerlere gelmiştik. Lakin görünürlerde köy falan yoktu.
Yeniden itiraz ettim ve bağırdım çaresizce:
Öyle ya: “Hani bu köy nerede…!?”

Anam bu defa inanılması imkansız bir yalan patlattı.
Üstüne yemin, billah çatlattı!
“Önceki gelişimde bu köy tam da buradaydı.
Alıp götürmüşler bunu ileriye” deyiverdi.
Ama korkma; fazla götürememişlerdir yine de.
Olsa olsa, ancak şu önümüzdeki tepenin ardına kadar götürebilmişlerdir O’nu.”  Diye bir güzel maval anlattı.
Çocuk aklımla da olsa yemedim mavallarını.
Olanlar karşısında geriye dönmek konusunda kararlıydım aslında.
Lakin çok yol gelmiştik ama.
Geriye dönüş korkuttu beni, tek başına.
Çaresiz devam ettim yola.
Lakin gerçekten de çok kızmıştım Anama.
O beni yanında bulundurmak istese de.
Ne işim vardı elin Gederet’inde?

Bereket ki bu son söylediği yerdeydi Köy!
Yani Gederet.
Daha ileri götürememişlerdi(!) anlayacağınız.
Anam haklı çıkmıştı bu defa.
Keşke daha ileri götüreydiler ama!
Ve gidilip gelinemez olaydı o köy için.
Öyle ya:
Bu sözlerim için, ilerisini bekleyin siz bu işin!!

Oraya vardığımızda, pek fark edemesem de vakit sanırım ikindi civarıydı. Bir eve vardık; basık masık! Girdik içeri. Derken ev kalabalıklaştı. Gelen giden gırla... Ben ise yad yad ortada... Anama sokulmak, O’na bir şeyler anlatmak istesem de, beni odadan dışarı çekiştiriyor bazı kadınlar. Hatta ters de davranıyorlar bana. “Anayın işi var burada!” diyerek, paylayıp azarlıyorlar beni!
Adam hesabına koymuyorlar anlayacağınız! Ama beni eziyorlar… Bilmem ki bu hususta ne biliyorlar?
Durum çok zoruma gidiyor. Hatta, içeride bir adam var, aynı hareketi o da yapıyor.
“Alın şunu, odanın dışına çıkarın!  Buraya gelmesin, falan filan…” diyor ters ters…
Ve, sanki evin sahibine benziyor o adam!

Anam çok insanla muhatap oluyor bu arada.
Bana laf yetiştirdiği de oluyor arada sırada.
“Az kaldı; işimiz bitmek üzere,  falan, filan…” demede!
Kavrayabildiğime göre o sırada, sanırım bir evlenme meselesi var Anamın...!?
Üstelik de beni dışarı çıkarttıran o adamla…
Ama yine de işi tam kavrayamıyorum.

Belki mücadeleyi asıl ben yürütüyorum.
Ama boyum ne posum ne?
Hiç bir şeyi beceremiyorum.
Kendi derdimi söylemeyi bile…
Moralim temelli bozuluyor…
Buradaki iş aslında beni hiç mi hiç ilgilendirmiyor.
Ben, sadece kendi evimde olmak istiyorum!
İşte o kadar!
Ve, bir kez daha yükleniyorum anama;  avazım çıktığınca kapıdan:
“Bak!” diyorum, “Yıldızlar çıkmak üzere gökyüzünde!
Hattâ bazıları görünüyor bile.
Beni ne zaman götüreceksin evimize?”

Anam: “Az daha, az daha…” diye savuşturuyor beni.
Çaresizim nitekim! Ağlamak, sızlamak nafile. Üstelik tanımadığım insanlar da karışıyorlar işe! Bazen azarlayıp, bazen fikrimi çeliyorlar akıllarınca.
Hatta dalga geçiyorlar bazen benimle? “Ananı artık biz yollamayacağız, falan, filan…!” diyorlar…
İyi de: “Beni bir götüren olsun madem kendi evimize…” Benim durumumu anlayacak kim var orada; kim de…? Bir de bu olsa ortada keşke...!
Ve bilmiyorlar…! Belki bilmek de istemiyorlar… Yaşananların hepsini bir, bir kaydettiğimi; duyarlı ve algılayıcı bir birey olduğumu kavramıyorlar. Durumun her çocuk açısından aşağı yukarı böyle olduğunu da… Demek ki düzeyleri bu; ve beni çocuksuyorlar!  Kimlik ve kişiliğimin gelişmekte olduğunun farkında olmuyor, beni bir güzel örseliyorlar...!

“Az oynayalım” diye dışarı, evden de dışarı çıkarıyorlar beni. O evin ve komşularının çocukları.
Çaresiz çıkıyorum…!?
Mahallenin cümle çocuğu tepemde...
Konuşmam bir tuhaf geliyor onlara.
Ve merak edip soruyorlar?
Benceyse, asıl onlar konuşuyor tuhaf tuhaf!.
Öyle ya:
“Baba” diyecek yerde “buba”;
“Buğday” diyecek yerde “buğdiy”;
“Bakayım” diyecek yerde “bakıyın” diyorlar.
Tutuyor, bir de benim konuşmalarıma gülüşüyorlar.
Gerçi bir hayli de merak ediyorlar…
Ve bana saçma sapan şeyler soruyorlar.
“Vay efendim, kediye ne dermişiz”;
 “Köpeğe ne dermişiz;”
“Olmadı daha; İneğe ne dermişiz;”
“Sineğe ne dermişiz, vs., vs.” şeyler yani
Sıkıldım anlayacağınız. Ancak bir hayli zaman da geçmedi değil hani.

Bu arada bakıyorum ki, gökyüzünde yıldızlar iyice çoğalmış. Demek ki vakit bir hayli ilerlemiş. Tekrar o eve dönüyorum!
Ve Anama: “Yıldızlar iyice çıktı; haydi gidelim artık!” diyorum!
Bu arada, evdeki o adamın, Anama karşı bazı laubali hareketlerini görsem de, görmezden geliyorum.
Ben sadece buradan götürülmek istiyorum.
Kimsenin işine de karışmıyorum.
Kim ne hali varsa görsün; bana ne!  
Ancak, Anam beni güya korkutuyor.
“Artık yıldızlar çıktı; gidemeyiz! Bizi canavarlar (kurtlar) yer yollarda” diye kandırıyor. Bu sözlere inanmasam da, çaresiz gidemiyorum.
Ama, “söz” diyor Anam; “Söz, sabah olsun, ilk iş döneceğiz geriye”.

Mübarek…!
Sen ister dön. ister dönme; bana ne!
Beni evime götür; hepsi bu!

Hasılı yatıyoruz! Yatıyoruz ama gelin de bana sorun…!
Ertesi gün…?
Daha ertesi gün….?
Bir türlü gidemiyoruz. Neredeyse bir aya yakın zaman geçiyor Ora’da.
Ama nasıl geçtiğini bir Allah’a, bir de bana sorun o günlerin nasıl geçtiğini. Asla intibak edemiyorum oraya ve oradakilere.... Aslında gayret etsem de…
Ve ben sadece, kendi köyümüze ne zaman döneceğimizin beklentisindeydim. Esasen bu bekleyişimin zamanı belirsiz olsa da dönmeme gibi bir ihtimal yoktu aklımda. Dönecektik; illâ ki yani!  Ne kadar dile getirsem de bu arzumu sürekli ötelenip ancak! Ve kandırılıp duruyordum; “Ha bugün, ha yarın…” 
İşte bu Köye dönüşün zamanı belirsiz ve beklentili günlerimden biriydi ki, hayattaki ilk tokadımı da yiyorum maşallah…! Manevisi zaten hay da, Fiili ve fiziki olanını yani…
Bakın nasıl?