Mülâkat Zamanı:
Ali ile babasının bu gidişinin izleri üzerimizde. Yine de toparlamaya çalışıyorum kendimi. Öyle ya mülâkata giriş sırımaz yaklaşmakta. Bozkır’dan gelen öğrencileri alıyorlar artık içeriye… 10’arlı gruplar halinde…
Bu arada çocuklar birbirlerine sınav sorusu olabileceğini tahmin ettikleri türden bir şeyler soruyorlar… Böylece hem heyecanlarını gidermeye çabalıyor, hem de bir nevi sınava hazırlanıyorlar. Belki biraz da kendilerine paye çıkarıp, moral falan tazeliyorlar.
Bana da soranlar oluyor. Sorulanları genellikle biliyorum. Kendime güvenim artıyor, belki biraz da böbürleniyorum… Bilmiyorum!
Yeni Derslik Binası'nın hemen önündeki Fizik ve Kimya Laboratuarlarının hemen önünde, o balkonumsu yerde oturmuş sıramızı bekliyorduk. O sırada, Bozkır’ın Balıklıova Köy’ünden olup, adının da Kemal YILMAZ olduğunu sonradan öğrendiğim bir arkadaş geliyor yanıma. Geçiyor karşıma…?!
Bu gün gibi hatırlıyorum: İyi niyetli ama “caka satmayı” seven bir arkadaş. Biraz da üstü başı düzgün, çalımlı… Bizler gibi altında şalvarımsı bir pantolon, üzerinde yakasız bir gömlek (işlik), ayakları yalın ve kara lastik giyili, yüzü de gün yanıklı değil yani!
Üstelik sınavlara Onlar; Ereğli'den gidip geliyorlar...
Otelde yatıp; lokantadan yiyorlar...
Yani bizim gibi Durlaz Köyü Misafir Odası'nda kalmıyorlar...
“Bir soru da kendisinin soracağını” söylüyor bana.
“Sor!” diyorum ben de O’na.
Kendime güveniyorum ya…!
Soru geliyor:
“İstiklal Marşı’nı kim besteledi?” diyor.
Tam da cımbızlanık bir soru bana!
“İstiklal Marşı’nı kim besteledi?” diyor.
“Beste” lafını bile duymamışım henüz ben. Tek bildiğim “yakım yakmak”. Türküleri ve ninnileri yani…
Yine de atılıyor; “Mehmet Akif ERSOY” diyorum.
Kemal, alaycı alaycı gülüyor; üste çıkmanın gururunu yaşıyor.
“Oğlum, yazan, yazan O! İstiklal Marşı’nı Zeki ÜNGÖR besteledi” diyor.
“Gerçekten de doğru söylüyor olmalı...!? Evet, öyle olmalı…” içimden bir ses bunu tasdikliyor.
Bu bilgiyi de Kemal’den öğreniyorum.
“Bizim kitaplarda bu yazmıyordu; bunu kimden öğrendiğini” soruyorum.
“Oğlum, bunu kendi öğretmenimiz söyledi bize!” diyor…
Bu arada “yanımda ders çalışacak kitap bulunmadığı” için bana kızmakta olan babamın morali biraz bozuluyor. Ben ise pek aldırış etmiyorum duruma… Allah var nasılsa…
Hem anlıyorum ki, demek bilmediğimiz nice şeyler var… Bilsek zaten burada ne işimiz var…?
Hattâ hayatı yaşamanın bile anlamı ne..? Öyle ya hayat bile, başlı başına bir öğrenme ve gelişim süreci değil mi de…?
Ve Kemal şimdilerde Alanya’da…
Umarım emekliğin tadını çıkarmada…
Sanırım; yapıcı ve iyi niyetlerle dolu afiyet içinde bir hayat sürmede…
Ve sürsen inşallah… Hem burada, hem orada…
******************
Biliyorsunuz Mülâkat, yüz yüze ve birebir sözlü yoklamadır. Bilginin dışında genel görünüm tavır ve edanın da gözden geçirildiği bir yoklamadır.
Bu arada çağrılan bir grup içinde benim adım da okunuyor. Hemencecik giriyoruz orta kattaki bir dershanenin kapısının önüne. Ve sıra oluyoruz... Ellerimizde resimli diploma, resimsiz nüfus cüzdanları ve İlköğretim Müdürlüklerinden aldığımız sınava giriş belgeleri…
Dediğim gibi o bina yeni yapılmıştı ve ilk kez o eğitim öğretim yılında kullanılacaktı. Sonradan gördüğümüz kullanım biçimine göre Okul öğrencilerinden lise kısmında olanların okuduğu bölümdeki dershanelerden ikisiydi bu mülâkat salonları.…
Değim gibi, zemin üstü ve birici kat. Ara kat yani. O kattaki 4 dört derslikten, orta kısım tarafa bitişik konum ve batı istikametindeki o iki derslik… Bunları mülâkat salonları olarak ayarlamışlardı işte.
Sol taraftakinin güney, sağ taraftakinin kuzey yönündeydi pencereleri..
Sağda olanı matematik ve Fen, solda olanı da Türkçe ve Sosyal Bilgiler mülâkatı içindi.
Önce sol tarafta, matematik sınavının yapılmakta olduğu dersliğin önünde girdik sıraya. Oradan çıkan da sözel kısmın önünde giriyordu…
******************
Sıra bana gelip de içeri girdiğimde orada 4 ayrı Öğretmenin öğrencileri mülâkata aldığını görüyorum. Ne var ki birlikte değil; her biri ayrı bir öğrenci alıyor kendine.
Bir ne göreyim?
Sıra bizim torpil yaptıracağımız Bahri Öğretmen’de!
Hem şaşırıyorum bu tesadüfe, hem de derhal tanıyorum O’nu...
Ve doğruca O’na gidiyorum.
Bu denk gelişin şans mı yoksa şansızlık mı olduğunu hep merak eder dururum. Ancak hakkımı yemediğini de bilirim.
O’nun beni tanıyıp tanımadığını pek kavrayamıyorum. Renk vermiyor sanki. Ancak yine de tanıdığına inanıyorum. Çünkü hem aklın gereği bu, hem de yüzünde hafif bir tedirginlik seziyorum. Bu nedenle mi olsa gerek nedir bilmem…? Beni bir haylice sıkıştırdı sınavda… Adeta ilkokul müfredatının tamamını sordu bana. Her konudan yokladı... Hem de diğer öğretmenlere fark ettire ettire…
İlk önce:
-Dikdörtgen şeklinde bir tarlanın çevresini 4 kat dikenli telle çevirince kaç metre tel gideceğini,
-Tarlanın her köşesinde bulunmak kaydıyla, belirli aralıklarda kaç tane direk dikileceğini,
-Yine mesafeleri verilmek suretiyle tarlaya kaç tane ağaç dikileceğini hesap ettirdi.
Devamında:
-İçi sulu silindir şeklindeki bir havuzun içindeki su miktarını buldurduktan sonra, havuzu saniyede daha az miktarla dolduran su akıntısı ile daha çok miktardaki bir su boşalımı değerlerini vermek suretiyle havuzdaki mevcut suyun ne kadar zamanda boşalacağını buldurdu.
3. Sorusu:
-Kâr-zarar, faiz ve orantı hesaplarına dairdi.
4. Sorusu:
Ağırlık, uzunluk, hacim, ölçülerinin kendi aralarındaki muhtelif çevirmeleri konusundaydı.
Aklımda kalan son sorusu ise:
Bir kesir problemiydi. Devamı ise bayağı kesir ve ondalık sayı işlemleri ile, bunların birbirlerine çevrilmesine dairdi.
Doğrusu hatırımda kalan bunlardır. Sanırım başkaca soruları da olmalıydı. Ancak tüm sorduğu sorulara tereddütsüz ve doğru cevaplar verdim. Bunu biliyordum.
Fakat yine de Bahri Öğretmenimin gözlerinde bir beğeni işareti göremedim. Bu durum beni bir haylice tedirgin etmedi değil doğrusu.
Bu sınavdan çıkınca diğer salona girdim. Bu kez de sonradan kendisi bizlerin grup öğretmenliğini yapan anne gibi bir Öğretmen Güzide EMEKSİZ’in (KOÇYILDIRIM) önündeydim. Kendilerinin ya ilk, ya ikinci yılıydı henüz meslekte… İdealist ve içten bir kişilik olduğu her halinden belliydi…
Gerek okuma, gerek anlama ve anlatma, gerekse dilimizin kurallarına ta o günlerde hakimdim. Harita ve coğrafya bilgim bir köy okulu mezunundan beklenmeyecek derecede mükemmeldi. Bunu Köyümüz İlkokulu’nun (Çatak Üniversitesi) başarısına, okuma alışkanlığına, çocukluk arkadaşlarımızla oynadığımız kelime avı, haritada yer bulma benzeri oyunlara da borçluydum. Güzide Öğretmenimizin branşı, Sosyal Bilgiler de olmuş olması da benim için büyük bir şanstı. Dolayısıyla Sorduğu her soruyu biliyordum. Üstelik asla tereddüt göstermiyordum. Hatta bana güncel şeyler bile soruyor ve biliyordum. Örneğin Hindistan’ın o sıralardaki popüler Başbakanı “Bayan Indra Gandi” benzeri şeyler…
Yüz ifadesi oldukça memnun görüyordu. Biliyorum beğenmişti.... Bu durum oldukça rahatlatmıştı beni. Eminim tam puan vermişti bana.
Sevinçle dışarıya çıktığımda, sınava giriş belgelerimi içeride unuttuğumu fark ettim. Hemen geriye dönüp almak istedim. Bu arada Güzide Öğretmenim bir başka öğrenci almıştı mülâkata. Beni görünce gözleri aydınlandı. Kağıtlarımı almaktayken ben, O’da Okul’umuzun ağır topu ve kıdemli öğretmenlerinden biri olan Rahmetli Hocam, Meşhur Mustafa KARATAŞ’a yönlendi.
Beni işaret ederekten dedi ki O’na:
“Bakar mısın Mustafa bey şu çocuğa? Ne sorsan biliyor vallahi. Bir de sen sor istersen!?”
Rahmetli Öğretmenim KARATAŞ, bana şöyle bir baktı. Baktı ama sanırım gözü beni pek tutmadı. Belki duruşumu, belki kılık kıyafetimi. Bilemem… Yine de sordu:
“Birinci İnönü savaşı ne zaman oldu?”
Tarih dersinde olayların tarihini ezberlemek her zaman anlamsız gelmiştir bana. Dolayısıyla üzerinden çoklukla pas geçtiğim bir konudur bu tarihler…
Bir an tereddüt geçirdim. Doğrusu KARATAŞ’ın bakışlarından da etkilendim. 19921 mi yoksa 22 mi bilemedim. 1922 tercih etiysem de malûm tutturamadım.
Güzide EMEKSİZ Öğretmenimi doğrusu mahcup ettim. Bu mahcubiyeti doğrusu yüzünde gördüm! Belki mülakatı kazanmayı da riske ettim… Bunu o an böyle düşündüm.
Bu arada Mustafa KARATAŞ Hocam da üstelemedi. Önemsemez tarafından bana: “Çık, çık… Hadi çık!” dedi.
Çıktım ancak moralim de bozuldu. Doğrusu sınavı kazanacağımdan emin değildim artık. Güzide Öğretmenime yaşattığım bu mahcubiyet ile kendisinin önceki notunu değiştirip değiştirmediğini bilemezdim elbet.
Neyse ki mülâkatlar tamamlandı. Gerekli değerlendirmeler yapıldı. O gün öğleden sonra, henüz daha ikindi olmadan açıklandı.
Eski idare binasının Yemekhane tarafındaki girişite bulunan yüksekçe merdivenin tepesine çıkıp kazananları bir bir okudular..
Kazanalar 150 kişiydiler…
Bu yüz elli kişi Konya, Kayseri, Niğde ve Nevşehir illerine ait köy çocuklarının içindendiler. Duyuşumuza göre 30.000 kişilik bir başvurun içinden seçilmiştiler.
Ve benim adımda vardı içlerinde.
Lakin sondan gördüm ki en andaval ve beceriksizlerinden birisi bendim.
“Kazananların, yeni binanın alt katındaki büyük salonda toplanmasını” istediler. Okul’a kayıt için gerekenleri ve devlet verene kadar bizleri idare etmesi lazım gelen sair giyecek, defter. kalem ile sair ihtiyaçlarımızı anlatacaklardı.
Kazananlar sevinçle oraya gittik.
Söylediğim hususları bir, bir anlattılar.
Kayıt için yaşımız 12’den az olmamalıydı. Yani 12 doldurulmuş 13 ten gün alınmış olmalıydı. Az olanlar derhal yaşını büyüttürüp öylece başvurmalıydı Okul’a. İşte benim için önemli olan konulardan birisi buydu. Çünkü henüz 11 yaşımın içindeydim daha.
Bir de senet yapılmalıydı noterden. Üstelik de 5.000 liralık… Kefilli falan olmalıydı. Okuyamaz yahut okumazsak devlet yaptığı masraf o senetten tahsil etmeliydi. İşte zor konulardan birisi de buydu. Bilmem ki Babama kefil olarak kimi bulabilirdi?!
Diğerleri ise Okul verene kadar idare edecek tarzda ve yine Okul’da kullanacağımız bir kısım giyecek, tarzı şeylerdi. Defter kalem tarzı şeyleri gelince okul kantininden alabilirdik.
Ha…! Bir de mandolin meselesi vardı. Bu da önemliydi.
Okul bunu çok önemsiyordu. Herkes, mutlaka bir müzik aleti çalmasını öğrenmeliydi. Okul’da. Bir ilkokul (sınıf) öğretmeni için vazgeçilmezdi bu.
Bunu Okul’un Müzik Öğretmeni Zeki ÇUBUK çıktı anlatmaya:
Mandolin parası istiyordu. Hem de 125 lira.
Vallahi çok para… Bize göre hani ya!
Kendileri getirteceklermiş toptan Okul’ca.
Ve ucuz olacakmış o zaman. Dışarıdan da alabilirmişiz ancak illa da “Metin” marka mandolinler olmalıymış. Onlar iyi diğerleri iyi değilmiş. Her nereden bulacak idi isek onu.
Biz mandolin bulmasını dahi bilmeyiz. Değil ki “Metin” marka olanından bulalım!
Çaresiz getireceğiz parayı…
Getireceğiz ama, battı benim Babam…
Eyvah ki eyvah…! Bunca parayı nereden bulacak?
Battı benim Babam; battı!
“Tuz, gaz (gaz yağı) parası bile kalmayan(!)” Babam!
Hasılı…
İş ve masraf çok; zaman dar…
Yine de sevinçle ayrıldık Okul’dan…
Ereğli’ye…
Oradan da ver elini Konya…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder