Sınavdaki Cevabım:
O yıllarda köy okulları 23 Nisan Bayramı’nın hemen arkasından kapanır, çocuklar da ailelerine yardıma koyulurlardı. Oyun az, iş çoktu bizim köyde. Hele yaz mevsimlerinde…
Öküzlerimiz vardı güdülmeliydi (otlatmak). Kuzu, oğlak ha keza… sıramız geldiğin de davarlarımız da…
Ayrıca ot toplanmalıydı; “ot samanı yapılsın da hayvanlarımız kışın yesin.” diye. Ekin (buğday, arpa) samanı ile karıştırılırsa daha lezzetli olurdu hayvanlarımız için. Samana katık olurdu yani.
Hayvanlarımız ise her şeyimizdi… Öküzlerimiz, eşeklerimiz, koyun, keçi, tavuk, kedi, köpek ve sairlerimiz…
Onlar köyde en büyük yardımcılarımızdı. Gerektiğinde harçlığımızdı. Yılda bir kez, kurbanlarda yediğimiz etimizdi. Yumurtamızdı, harçlığımızdı. Ağır (değerli) misafirimiz olduğunda tavuklarımız en büyük ikramımızdı.
Ve bol bol olmasa bile kana kana içtiğimiz ayranımızdı. Yemeklerimize kaşıkların ucu ile azıcık, azıcık konulan sade (tere) yağlarımızdı…
Ya eşeklerimiz… ? Vallahi, günümüzün bin bir donanımlı, model model arabalarından çok daha kıymetliydi her biri. İşi ve işlevi... Onlar olmadan, asla olunamazdı!
Traktörlerimiz de, öküzlerimiz… Çift sürer, kağnı çeker, harman döverlerdi…
Burada ana konum esasen bu anlattıklarım değil. Demem o ki: anlattıklarımın hepsi içine doğduğum köyüm ve köylülerim açısında çok önemliydi. Ve bu işler mutlaka yapılmalıydı. Hem de bir bütünsellik içinde… Kırk yere bölüşülmeliydi yani!
Emek göze görünmezdi. Lâkin hiçbir ekonomik değer asla israf edilemezdi. Bir buğday tanesi bile…
Ot toplama işi bitince önce arpalar, sonra buğday, nohut ve mercimekler olgunlaşırdı tarlalarda. Bunlar toplanmalıydı. Tutam, tutam yolarak, yahut el orakları ile…
“Tutam, tutam” dedim de...?
Ot işlemeyi, öyle kosa ile çayır biçimine falan benzetmeyin sakın. Zaten bizlerde ekilmemiş, boş (gen) tarla pek bulunmazdı. Bulunsa da otları yine el ile yolunurdu. Bizler otu daha çok ekinlerin arasından gün boyu, güneşin altında bel bükerek toplardık. Böylece hem o otları değerlendirir, hem ekinlerimizi bu yabancılardan temizlerdik. Ekinlerimiz hem daha iyi gelişir, hem de işlenirken yabancı otlar ellerimizi yaralamazdı.
Sonrası harman…
Kağnı gıcırtısı altındaki, savurmaya yel beklenen harmanlar… Bir aydan fazla süren harmanlar…
Tüm bu uğraşlardan, köyde en çok verim alan aile genel toplamda ancak 100 teneke civarında bir mahsul elde edebilirdi. Bu da ancak 1500 kg. civarı bir ürün demekti.
Gerçi bağlarımız da vardı. Gelin görün ki, en kabadayı bağcı’nın 20 eşek yükü yaş üzümü olurdu. Bu da 1200 kg. civarındaydı. İşte bundan yapılırdı onca pekmez ve kuru üzüm… Ah…! Ne kadar değerliydi, bilseniz bir tas üzüm şerbeti...
Daha fakirlerin, kendilerinde bulananlardan bir tas şerbet içebilmek için sabahtan akşama dek onlara imece gittiklerini dahi duymuşluğum vardır. Ki zaten herkesin pekmezi olmadığı gibi ayranı da bulunmazdı. Yine günlerimiz dolu duluydu…
Konuyu dağıtmayalım. Bu işler yapılmalıydı. Hem de çoluk çocuk… Her can gücü yettiğince… Ve ben de yapmalıydım doğal olarak. Yapıyordum da nihayet. Üstelik de emek emek… Öylesine emek veriyorduk ki hem: Özellikle işlerin sıkı olduğu dönemlerde, akşamları arkadaşlarla 10 dakikacık oyun oynamak bile büyük bir lükstü bize.
Ve…
Akşam yemeği yendikten sonra, yat izninin çıkmasını bile bekleyemeden gözlerim uykuya dalardı…
Aslında çocukluk yıllarıma dair özlediğim en önemli şey, belki işte bu anlardı.
İlkokulu bitirdiğim yazda da, günlerimiz anlattığım biçimde geçiyordu. Öyle oturup ders falan çalışmak yoktu. Gerçi hafızama güveniyordum. Yeter ki duymuş olaydım. Onu unutmam asla söz konusu değildi. Duymadıklarım, görmediklerim elbet müstesna… Ki, iki yaşımdan sonra yaşadıklarım, gördüklerim, duyduklarım hala ayan beyan, dipdiridir gözlerimin önünde ve hafızamda.
O yıllarda çocuklar henüz yarış atına çevrilmemişti. Kurstur, dershanedir, bilindik şeyler değildi pek. Yine de duyduk ki benimle birlikte sınava gidecek çocuklardan birisini babası, Konya’da bir kursa göndermişmiş!? Orada hem bilgisini geliştirecek, hem de sınav tekniklerini öğrenecekmiş. Duyduklarım bu kadardı.
Ancak benim bildiğim, biz 5. sınıfta iken Suat YENİTÜRK öğretmenimiz programda ne var ne yoksa yüklemişti bizlere hepsini. Ve hepsi de hafızamdaydı…
Ben yukarılarda anlattığım tarz hazırlanırken sınavlara kursa giden arkadaş dönmüş köye. Öyle ya: Sınav günleri yaklaşmıştı.
Kendisine “Hoş geldin!” deyip, kursu soranlara: “Çok başarılı geçtiğini, yeni yeni şeyler öğrendiğini” belirttikten sonra, kendinden emin bir edayla, “sınavda mutlaka başarılı olacağını” söyleyerek sözü bana getirmiş.
“Mehmet ise bu sınavlarda ancak dağda işlediği ekin ve otları yazacak sorulara cevap olarak!” deyivermiş.
Doğrusu o gün bu gündür bu tarz söylemesinin anlamını, daha doğrusu lehime mi, yoksa aleyhime mi söylemiş olduğunu halâ çözebilmiş değilim. Kendisinin kulakları çınlasın. Allah, hayırlı uzun ömürler versin.
Kendisi hakkında fazlaca bilgiye sahip değilim. Sadece İstanbul’da ve tarikatlarla yakın ilişkide olduğunu duyuyorum.
Yine de bu vesileyle belirteyim ki bu kurs gerçekten kendisi için yaralı olmuş, benim hiç bilmediğim test çözme tekniğini o kursta öğrenmiş. Bu sayede “devlet bursluluk” yahut “yatılılık” şeklindeki bir başka sınavı kazandı. Böylece o sıralar yeni açılan Konya Mevlâna Ortaokulu ile Konya Gazi Lisesi’nde yatılı veya burslu olarak okumaya hak kazandı.
Daha sonra da İstanbul Teknik Üniversitesi, Maden Mühendisliği Fakültesine gittiğini duydum. Lakin bu okulu yarıda kesip tahsil hayatına son vermişti. İstanbul - Fatih'teki kimlik ve kişiliğini bilemediğim bir kısım tarikatlarla tanışmış ve; "Asıl okulumu yenice buldum" diyerek onlara karışmıştı.
Sonradan bir - iki defa gördüm Köy'de O’nu.
Sakal, sarık, cüppe yerindeydi. Gerçi yol gösteren çok oldu ama Köylülere O’da yol gösteriyordu. Hatta vaazlar bile veriyordu. Dinlemedim; duydum… Bizleri de kesinlikle beğenmiyordu. Ama; Allah beğensin, bana ne! O'nun beğenip beğenmediğinden hani?
Sözüm Süleyman’a ve Diğerlerine değildir elbet!
Ancak "Muaviye Dini'nden" bana ne! Ne var ki "Muaviyeci devletin" bir numaralı düşmanıyım ama...
Allah için; Kuran için...
Çünkü ben; evvela Peygamber Efendimiz ve yakın arkadaşları ile Ebu Zer'in baktığı yerden bakıyorum bu meseleye. Özellikle Ebu Zer’den bahsediyorum ki ne dediğim daha güzel anlaşılsın!
Güzelce anlaşılsın ki: Kuran'daki Yahudi'nin ırk yahut din temelli bir vasıf olmadığı, tam aksine bunların “Küresel Kapitalist Sömürü Düzenini” kuranlarla, onların işbirlikçi ve yardakçıları idikleri, Kamu malını çalanların, hakkın ve Allah’ın nimetlerinin hak sahiplerine varmasını engelleyenlerin, hakça ve adilce bir paylaşımın karşısına dikilenlerin genel adı olduğu, ülkemizde de sefa sürdüğü, özelliklerle son yıllarda karşı bir devrimle arzı endam ettiği...
Eh, Efendimizin kurduğu “Medeni Devlet” bile ancak 30 yıl yaşadı! Ve Mekke şirkinin karşı devrimine yenik düştü.
Ancak insanlık ve medeniyet hep filizlenir bir yerlerden!
Ve güç alır Kuran ile Efendimizden…
Nitekim, “Atatürk Devrimleri” de böyledir.
Din ve devlet yerli yerine oturtulmaya çalışılmıştır.
Çalışılmış ancak taçlandırılamamıştır!
Durum böyle olunca karşı devrimle yolu kesilmiştir.
Şimdilerde hortlayan işte odur!
*****************
Anlatmakta olduğum gibi, okumak çok zordu o yılların şartlarında!
Ve zeki köy çocuklarını okutuyordu bir kısım zengin adam da.
Hayrına yani…!? Hayrına (!)
Bizim köyün çocuklarını da okuttular; hem de çokça!
Buradaki sözlerim ne bizim köyün çocuklarına;
Ne de okutanlarına…
Ve değil elbet her fakir çocuğu okutana!
Sadece O’na; işte ona, ona…!
Buradan hareketle bu meselenin, tüm ülkemiz sathında yer bulup etki yarattığını hatırlatarak, Bizim Köy ve geleceğiyle olan bağlantısına da değinelim kısaca.